21 Mart 2019

Dedemin Saati

Dr. Göksel Tiryaki Kitapları
Yıllar yılı köydeki evimizin pek çok dolabında farklı zamanlarda gözüme ilişirdi. Babamın, ata yadigârı dediği bu elle kurmalı cep saati. Ancak geçmişte, bu saatin çalıştığını hiç hatırlamıyorum. Hatta yerinden çıkmış kapağını yine köydeki hanemizde bir iki kez gördüğüm zihnimde yer etmiş. Fakat bunlar çok uzun yıllar önceydi. Daha sonra bu saati unutmuştum. Zaten sonradan pek gördüğümü de anımsamıyorum. Meğerse Babam, şahsi dolabında hep saklamış onu. Vefatından sonra kişisel eşyalarını ayıklarken bizimkilere söyledim ve bu köstekli saati aldım. Bir süredir evimizde öylece bir köşede duruyordu. Geçenlerde Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli romanını okurken nedense bu saat aklıma geldi. Roman'da, başkahraman Hayri İrdal'ın eski ustası, saatlerin hem dilinden hem de ruhundan anlayan Muvakkit Nuri Efendi'den sıkça söz edilir. Bu yaşlı saat ustasının zamana ve saatlere dair derin sözleri eşliğinde kitapta ilerlerken Dedemin saatini yaptırabilir miyim düşüncesi uyandı bende birden. Gerçi artık elektronik ve akıllı saatlerin her yanı kapladığı bir dünyada, böyle bir zemberekli saati kim onarabilirdi ki? Allah'tan daha ilk etapta düzgün bir saatçiye ulaştık. Saatin içini açıp baktı adamcağız. Yalnız kendisinin bu saati tamir edemeyeceğini, saatin bazı parçalarının eğrildiğini, bir kısmının erimiş veya kırılmış olabileceğini söyledi. Yine de sağ olsun, bizi, İstanbul Sirkeci'de eski bir saat tamircisine yönlendirdi. "Eğer yaşıyorsa ancak o yapabilir" diye ilave etti. Neyse ki bulduk o saatçiyi ve onarttık saatin kurmalı mekanizmasını. Her ne kadar kayıp kapağı hâlâ noksan ve benzerine de denk gelemedik ama tıkır tıkır çalışıyor şimdi.

Şunu da ilave edelim, yanlış anlaşılma olmasın, antika veya ekonomik bir değeri yok bu saatin, öğrenebildiğim kadarıyla 50-60 yıl öncesine ait sıradan bir marka.

Not: Saatin hemen altındaki çocuk Babam, Dedeme yaslanmış hâldedir, sene takriben 1949-1950.

19 Mart 2019

Çeti - Ceti

Barak Ovası'nın dere yataklarında kendiliğinden yetişen ilginç ve sert bir bitki 'Çeti' (Ceti), yumru biçimli meyveleri zahmetli bir uğraş sonucu yenilir de, haşin dış kabuğunun soyulup ovalanması gerekir. Özellikle çekirdek kısmının tatlı olduğu söylenir.
Barak Ovası
'Çeti' (Ceti)
'Çeti' 

Ceti
Çeti

18 Mart 2019

Azap

Garıp isimli kitabımızdaki hikâyelerden 'Azap'ın tamamıdır:

Kerpiç Bir Barak Odası 
Nüfustaki adı Kadir’di ama o Barak’ta hep "Azap Gadır" olarak anıldı. Barak Ovası’ndaki onlarca köyde çalışmadığı bir muhit belki kalmamıştı. Çok inatçı ve bildiğim bildik, dediğim dedik bir adamdı. Elinden hemen her iş gelirdi. İşe yatkın ve dayanaklıydı, ama o huyu yok mu o huyu, gittiği hiçbir köyde onun dirlik ve düzen kurmasına izin vermiyordu. Çalışmaya başladığı bir köyde, pek sık olmazsa da bir iki yıl geçmesine rağmen işine hâlâ devam ediyorsa bu durum etrafta akıl baliğ hemen herkesin dikkatini çeker,

-“Acep ne oldu ki?” diye insanları bir merak sarardı.

Esasında yaptığı işlerde, öyle yarıcılık türünden bir ortakçılık faaliyeti olmadığından, çok bir getirisi olmazdı zaten. Ortakçılık yapacak bir kabiliyeti yoktu. Yarıcılık işi ciddi bir güven, düzen ve iş becerisi gerektiriyordu, bunlar hiç kolay değildi. Hele ki Gadır gibi kararsız ve inatçı bir adamın hiç harcı sayılmazdı. Gerçi, iş tutmak konusunda hünerliydi, kendini kaptırdığı ve bir şey dikkatini dağıtmadığı sürece çok iyi çalışırdı. O iş yaparken, huyunu bildiklerinden, ahaliden çevresine pek kimse yaklaşmamaya çalışır, kendi hâline bırakılardı. Öyle çok konuşkan ve sohbet peşinde koşan bir adam değildi. Daha çok kendine bir şey sorulduğunda konuşur, onun dışında pek ses çıkarmazdı. Yalnız yiyeceği ve içeceği önemliydi. Evli barklı bir adam değildi. Kapısında çalıştığı hanenin kazanından yerdi. Hane sahibi ona bir göz dam göstermişse orada kalır, yoksa ev sahibinin ayrı bir bina şeklindeki erkek misafir odasında ikâmet ederdi. Bunu hane sahibi ağalar pek tercih etmediğinden, genelde ona ayrı bir göz yer verilirdi. Pek üst baş temizliğine dikkat eden biri değildi. Oda gibi daha çok ağır ve önemli misafirlerin konuk edildiği bir mekânda, Gadır gibi bir azabın çok görünmesi pek istenilecek bir durum değildi. Onun tüm görevi, hane sahibi ağanın küçük büyük bütün tali işlerini yapmaktı. Karşılığında yıllık olarak cüzi bir ücret ödenirdi.

Kapısında çalıştığı ağanın, hayvanlarının bakımından biderinin ekimine, hasadının yapılmasından ağaçlarının budamına, ufak tefek eşyanın onarımından etrafın düzenlenmesine koşturmadığı iş yok gibiydi. Yabanda çalışmaktan harmanda iş tutmaya, köyde çalışmaktan şehre mal götürmeye kadar bir köy evinde olabilecek ve yapılması gereken ne kadar sair iş varsa, Gadır gibi bir azap hepsinden sorumlu ve içinde bulunmak zorunda gibidir. Görülecek o işten anlayıp anlamaması, yapabilecek durumda olup olmamasının pek bir önemi yoktur. Her hâlükârda, bir ‘Gadır!’ nidası duyulur, o da bu durum ile dalga geçip biraz hayıflanır gibi kendi kendine,

-“Ne Gadır’ı, gatır gatır, anca bir gatır tutar bunca işi!” diye söylenirdi.

Kendisine yüklenen hiçbir işi öncelikle ret etmez, elinden geldiği şekilde ve ölçüde yapmaya girişirdi. Hünersiz birisi değildi, ama tüm bu işleri istenildiği biçimde yapamazdı. Gerçi köy yerde, eğer ciddi bir sıkıntı çıkarmıyorsa, herhangi bir işin bir şekilde görülmesi dahi başlı başına bir olaydır. Çoğunlukla da kabul ve takdir görür yapılan iş, sarf edilen emek kendi başına yeterli görülür sanki. Bir insanın çalıştığını göstermesi yeterli gibidir. Emeğin ucuz ve pek değerli olmadığı yerlerde böyle sanırım. Yapılan işin niteliğinden ziyade yapılmış olup olmadığına bakılması taşranın eski bir alışkanlığıdır. Neden sonuç, iş ve maliyet analizi biraz daha teknik bir aşamaya ait olmalı. Gadır, işte böyle emek yoğun ve ucuz bir dünyanın karın tokluğuna ve cüzi bir ücret mukabili, mülkünde çalıştığı ağanın ‘ne iş olsa yapar’ türden bir adamıydı.

Yaşadığı mekânlar, genelde ambar ve kilerden bozma izbe sayılacak yerlerdi. Kimse onun gibi adamlar için ayrı bir bina yapmazdı. Nadiren bazı ileri görüşlü ağalar, geniş yapılarının bir köşesini, Gadır gibi azapları ikâmet edeceği yerler olarak tasarlardı. Bu da biraz ince düşünce, güç ve imkân meselesiydi. Bunların hepsini bir bünyede barındıracak insan bulmak hiçbir yerde kolay değildir. Kaldı ki o zaman türlü zorlukların kol gezdiği Barak gibi kırsal bir yerde öyle bir beklentiye girmek pek anlamlı değildir. Zaten Gadır için, belki de en az sorun teşkil eden şey kaldığı mekânların durumu olmuştur. Çoğu zaman, hane sahiplerinin yaşadığı kerpiç evler de, öyle aham şaham yerler değildi esasında. Belki duvarları daha bakımlı ve çarpılı (boyalı), pencereleri ve eşyaları daha çok, etraf daha düzenliydi, kullandıkları günlük şeyler daha kaliteliydi, ama neticede kerpiç evin damındaki toprak, ağa da hanımı da olsa, ara ara yedikleri yemeğin içine tavandaki hasırların arasından sızabilirdi. Haliyle, toprak yapılarda yaşayan insanlar bakımından, en azından barındıkları mekânlar açısından çok ciddi bir farklılıktan bahsedilemezdi. Statü, daha çok günlük yaşamdan kaynaklanır ve ne kadar çalışmak zorunda olmak ile ilgili olurdu. Ağa ve ağanın erkek çocukları için çalışmak hep fakir fukara gibi mülksüz olan ötekilerin yaptığı bir uğraştı. Onlar, bu toprağın tapusuna sahip olmak ile zaten üzerlerine düşeni ziyadesiyle yapmışlardı. Vakitlerinin büyük kısmını, oda denilen genelde iki gözlü olan ve erkek misafirler için kullanılan ayrı yapılarda, bazen kalabalık kimi zaman seyrek cemaatlerde geçirirlerdi. İyi at binerlerdi. Silaha ve atıcılığa meraklı olurlardı. Seyahate ve insanlarla münasebete büyük önem verirlerdi. Fakat o güçlü elleriyle ne çift sürer ne bider eker ne de hasat biçerlerdi. Çok azının elinde kürek veya yaba tutmaktan kaynaklı nasırlar oluşmuştu. Ellerinden pek eksik etmedikleri ve bir nevi aksesuara dönüşmüş o ince değnekleri ve kırbaçları haricinde, başka bir alet edevat görmek neredeyse imkânsızdı. Çoğunun iş tutması, yabanda veya harmanda çalışan günlükçü, azap veya ortakçılarının yanı başında dinelip beklemekti. İşte böyle bir ortamda, geriye kalan tüm tali işler Azap Gadır gibi adamların eline bakardı. Adam çok, emek ucuzdu. Karın tokluğuna bile bir ağanın kapısını bekleyecek adamlar ve aileler vardı. Böylesi bir azaplık düzeninin kurulmasındaki temel etken buydu zaten.

Gadır, geceleri geç vakte kadar oturmaz, ilk akşamdan yatardı. Gece yarısından sonra ara ara kalkıp etrafı bir kolaçan eder, çok uyumazdı. Kaldığı o izbe kenar odada, sabah erkenden kalkar, günışığı ile birlikte doğrudan hane sahibinin hayvanlarının olduğu ahıra yönelirdi. Dün akşamdan beri yemlerini yiyip geviş getirmiş hayvanlar, sanki Gadır’ın geleceği vakti bilir gibi ağılın kapısına birikir, kapının açılmasıyla birlikte topluca ahırın biraz ilerisinde olan ve yarım varilden yapılma marbıl denen teneke su kaplarına hücum ederlerdi. İşkembelerini su ile dolduran bu koyun ve keçiden oluşan küçükbaş hayvanlar, daha sonra yiyecek bir şeyler bulmak ümidiyle sağa sola saldırırdı. Mevsim ilkbahar veya yaz ise mutlaka etrafta yeşil veya kuru yiyecek bulan hayvanlar müthiş bir hışımla yine toplu bir şekilde bu nevalelerine girişirlerdi. O kalabalık hayvan yığını içinde mümkün olan en fazla yiyeceği kapmak için öyle bir hızla dudaklarını oynatırlardı ki Gadır bile her seferin hayretini gizleyemezdi bu durumdan. Ancak keçiler her daim bu kısa süreli ve az miktar yiyecek mücadelesinin galibi olurdu. Hayvanların birbiriyle uğruna kapıştıkları, ya köydeki ufak tefek ot kırıntıları, ağaç dalları veya yiyecek döküntüleri, ya da harman yerinde hasattan arta kalan ürün, sap ve saman gibi şeyler olurdu. Eğer Gadır hayvanları yaylıma götürmeyecek ve onun yerine hazır saman ve az miktar kırılmış arpadan onlara yem koyacaksa, bu süre zarfında ahırın etrafında dört dönerlerdi. Bazen de yiyecek peşinde köyün daha farklı muhitlerine kadar gider, Gadır yemlerini hazır ettikten sonra onları ağıla getirmek üzere peşlerine düşerdi. Bu durumda asıl sorun, hayvanların başkasının kapısına, harmanına, tarlasına, bağına veya bahçesine bir zarar vermesi olurdu. Malına az da olsa zararlık gelen yaygaracı birisiyse, sabahın o erken vaktinde bile bir kıyamet kopardı. Herkes hayvanlara bakmak ile yükümlü olan Gadır’a söylenir, o ise hiç kulak asmazdı denilenlere. Çok fazla üsteleyen olursa,

-“Nediym yorum, kaç elim var, davara yemi koyarken bir de nasıl bakhiym onlara!” deyip geçerdi.

Böylelikle davarın sulanıp yemlenmesi ilk işi olurdu. Davarın yerini her zaman temizlemez, hayvanların sütünü sağan hane hatununun arada birkaç kez uyarması sonucu, bir gün gün ortasında koyun ve keçilerin yattığı ağılları temizlerdi. Bunun için evden küçük birisinin hayvanların başından beklemesini tembihler, aksi takdirde ahaliden kimseyle uğraşamayacağının bilinmesini isterdi. Keçiler, koyunlar ve bunların yavruları ahırda farklı ağıllarda olurdu. Zira keçilerin olduğu yerde diğer küçükbaş hayvanların kırılmış arpa yemeleri imkân dâhilinde olmazdı. Bu nedenle özellikle keçilerin ayrı bir bölmede kalmalarına çalışırlardı. Küçük kuzu ve oğlakların, biraz daha fazla hassas olması ve analarının yanında kalıp sütlerini bitirmemeleri için farklı bir ağılda tutulmaları sağlanırdı. Köy yerde süt çok değerli ve en temel hane katıklarının başında gelirdi.

Gadır, ahırdaki hayvanlardan sonra kümestekilere yönelir, onlar için hazır tutulan tane buğdayları önlerine atardı. Tıpkı süt gibi yumurta da vazgeçilmezdi. Her evin ahırı yanında bir veya birkaç pin dedikleri kümesleri olurdu. Civcivler hariç tavuklar pek kümese kapatılmaz, bu hayvanlar genelde ocakta yakacak kesmiklerin tutulduğu ocaklıkları kendilerine mesken tutardı. Dolayısıyla yumurtalar daha çok oralarda olurdu. Bu iyiydi aslında, zira o pinler çok dar ve basık yerlerdi. Ancak küçük bir çocuğun içinde rahat hareket edebileceği çok dar yerlerdi. Gadır, hiç hoşuna gitmese de, arada bu pinlerin içini de temizlemek zorunda kalırdı. Yine de birkaç söylenip pinlere sürüne sürüne de olsa girer, istenilenleri yapardı. Kümesler daha çok hindi ve tavuk civcivleri için kullanılırdı. Nadiren bir tilki falan musallat olmuşsa köye, o zaman ilk akşamdan tüm kümes hayvanları bir araya toplanıp o dar kümeslerin içine sokulmaya çalışılırdı. Bu durumda anaç ve yetişkin tavuklar yine fazla umursanmaz, onların başının çaresine bakabileceğine düşünülürdü. Zaten tavuklar genelde evin yakınındaki ocaklığa veya onun çevresinde daha korunaklı bir yere tünerlerdi. İşte Azap Gadır’ın en çok ağrına giden işler bu kümes çevresinde dönenlerdi.

-“Âyel, uşak işi!” dediği ve hafife aldığı bu ayak işlerini küçümser, kendisi gibi kuvvetli bir adamın culluk pinlerinin temizletilmesinde kullanılmasına surat asardı. Hatta bazen kendisine bu tür işler için talepte bulunanlara,

-“Ne yorum, bizi ekinci mi aldıyz, yoksa pinci mi?” diye çıkışırdı da.

Sabah ilk iş olarak evin hayvanlarının ihtiyacını gören Gadır, akabinde hane sahibinin odasına veya civarında birileri varsa onların yanına giderdi. Bundan sonra ağanın sabah ekmeğini yemesini bekler, kendisi bu arada odaya gelecek taze ekmekten nasibini almayı kollardı. Hayvan bakımı dışında, eğer o gün özellikle bir iş tutulacaksa bunun ne olduğunun kendisine iletilmesini hiç acele etmeden sakin sakin beklerdi. Bu sırada odada veya yakın çevrede hazır bulunanların rutin hasbihâllerine iştirak ederdi. Gerçi onun katılımı daha çok dinlemek biçimindeydi, ama yine de sohbet ortamlarını severdi. Aslına bakılırsa o zamanlar insanların en temel vakit geçirme ve iletişim şekli küçük büyük bu cemaatlerdi. İnsanın ne denli sosyal ve iletişime açık bir varlık olduğunun iyi bir göstergesiydi Barak’ın sohbet meclisleri. Eğlence ve keyif namına pek fazla seçeneği olmayan taşra insanın can simidiydi bilhassa bu oda ortamları. Köyler fazla kalabalık olmasa da, aşağı yukarı her türden insana rastlamak mümkündü bu mekânlarda. Zengininden fakirine, köründen topalına, kurnazından safına, akıllısından delisine, düzenbazından laf ebesine, iyilik timsalinden ahlâk abidesine o kadar çeşitli adamlar gelip giderdi ki bu köy odalarına, bir kısım insan okula bile benzetirdi buraları. Kendilerini her türlü ağır işten sakındıran ağa ve ağa çocuklarının belki de ahali için en büyük hizmetiydi bu köy odaları. Esasında tüm bu muhabbet ortamına onların herkesten çok ihtiyacı vardı. Fakat neticede umuma açık olan bu yetişkin erkek odalarından hem köyde bulunanlar hem de yakın civardaki akraba ve tanıdıklar genelde istifade ederdi.

Köyde bir ağalık, kimileri buna adamlık derdi, iddiası olan birinin mutlaka müstakil bir odası olmalıydı. Odanın ilk giriş kısmında yer alan şömine veya yanındaki gaz ocağında her daim çayın ve kahvenin hazır olması gerekirdi. Odanın temizlik ve düzeni önemliydi. Giriş kısmında, genelde ayakkabı ile girilir ve sandalye veya kürsülerde oturulurdu. Ancak daha büyük olan iç oda tabanı hasırla kaplanmış cins halılarla donatılırdı. Bu iç odanın halılarının duvarla birleştiği tüm kenarlarında sıra sıra yastıklar dizilirdi. İçeride oturanların rahatça geriye yaslanıp yastıklara sökenmeleri için böyle bir düzen elzemdi. Yine, yemek vakti odada bulunanların doyurulması da bir başka zaruri ananeydi. Tüm bunlar, oda sahipliğinin ve tabiî ki ağalığın bir şartıydı. Bazı ağaların sırf bu odaların işleyişinden sorumlu yardımcıları bile olurdu. Yalnız Gadır kesinlikle böyle biri değildi. Ne böyle bir odanın temizlik ve düzeninden anlayacak ne de başkalarına çay ve kahve servisi yapacak tıynette bir adamdı. Hem böyle bir isteği hiç olmamıştı. Onun oda ortamında en sevdiği şey, dönen muhabbetlere kulak misafiri olmak ve eline geçerse orada misafirlere ikram edilen çay, kahve, cıgara ve yemek gibi nimetlerden nasiplenmekti.

Bir de, o zamanlar kâğıt ve plastik ambalajlar bugünkü kadar yaygın olmadığından, o dönem çok revaçta olan lokum ve ceviz sucuğu gibi bazı hazır yiyecekler küçük ahşap sandıklarda olurdu. Şehre gitmek, para sahibi olmak ve şehirden bir şeyler alıp gelmek başlı başına bir olaydı. Kıymetli şeyleri saklamak için genelde hane reisinin odasında kerpiç duvara gömülü ve kilitli küçük bir dolabı bulunurdu. Bu dolaba mâhmil denilirdi. Hane reisinin değerli eşyalarını muhafaza ettiği bu dolabın, özellikle evin 'icyen'leri (çocukları) için çok daha başka bir anlamı ve önemi vardı. Gerçi şartlar, hane sahibinin bonkörlüğüne ve boğazına ne kadar düşkün olup olmadığına göre değişirdi, ama genelde bu kilitli dolaplarda kuruyemişinden kuru baklavasına, şekerinden lokumuna kadar türlü yemişler olurdu. Bilhassa küçük ahşap sandıklarda olan lokumlar en vazgeçilmezlerden biriydi. İşte o çorak bozkırın yoksunluk koşullarında, bu ahşap kutuların kıymeti Gadır için de bir hayli fazlaydı. Hane sahibinin her mâhmile yönelişinde, bu yetişkin adam içten içe çocukça bir heyecan duyar, bazen kendisine ikram edilen bu yemişleri asla geri çevirmez, yolunu veya imkânını bulursa bolca almayı ihmal etmezdi.

Zaten fazla dikkat çekmemek için, bu tür oda cemaatlerine giren herkes gibi ancak çok daha ince bir sesle hemen,

-“Esselamü Aleyküm” der, yöredeki genel alışkanlık üzere, içeride bulunanların bu selamı aldıktan sonra yeni gelene tek tek,

-“Marhaba!” demesini dahi beklemeden kuytu bir köşeye sinerdi.

Ne girişteki bölmede ne de iç odada öyle hiç başköşeye geçmek gibi bir densizlik yapmaz, girişte başkaları gibi sandalye veya kürsü üstünde bile oturmaz, doğrudan yere çömelirdi. Cemaat iç odada ise oraya geçer, ancak kesinlikle kapı ağzının ötesine gitmezdi. Kapının yanındaki köşelerden birine hemen kendini atar, meraklı gözlerle ortamı ve içeridekileri süzerdi. Dışarıdaki işler konusunda son derece aktif ve her daim başrolde olan Gadır, oda içindeki hizmet ve hasbihâllerde ise gayet pasif olurdu. Bu durumu epey bir kimsenin dikkatini çeker, hatta bazıları,

-“Ovv Gadır, gene sinmişing daha bura!” şeklinde kendisine takılırdı kimi zaman. O da hiç istifini bozmaz, hemen,

-“Nedek ki?” diye kestirip atardı.

Yalnız, bazen odaya çok ağır veya yörenin ileri gelenlerinden misafir geldiğinde, hiç ortalıkta gözükmez, âdeta hangi durum ve zamanda orada bulunması gerektiğini içgüdüleriyle bilirdi. Yine bu odada, eğlence amacıyla uzun içki muhabbeti sofralarının kurulduğu veya birtakım şans oyunlarının tertiplendiği gün ve gecelerde de, bir anda ortalıktan sıvışıp kaybolurdu. Ancak odadaki sazlı ve sözlü eğlenceleri, türkü ve mesele denen hikâyelerin dillendirildiği cemaatleri hiç kaçırmaz, iç odanın kapı ağzındaki köşelerinden birini herkesten evvel kapardı.

Sanırım insanlığın en büyük 'buluş' ve 'çare'lerinden biridir, görüp görmezden gelmek. Sevmediğin ama sevmek zorunda hissettiğin veya hissettirildiğin biri mi var, aslında hiç hazzetmediğin ama katlanmak zorunda olduğun bir hareket mi var, esasında hiç sevinemediğin ama öyle de gözükmemen gereken bir durum mu var; ne yapacaksın? Elbette en kolay ve kestirmesi görmezden gelmektir tüm bunları. Aslında Gadır gibilerin şu hayatta muhatap oldukları şey tam olarak buydu belki: görmezden gelinmek!

Odanın hemen dışında, bir gölge veya dulda yerde bir araya gelen kalabalıklar onun için daha iyiydi. Bu tür ortamlarda hiç dikkat çekmez, hemen bir kenara ilişip konuşulanlara sessiz bir şekilde kulak misafiri olurdu. Yine böyle bir oda duldasında bir akşamüzeri, köyün eskilerinden Hassûn Efendi’nin de olduğu bir sohbet meclisinde bir kenara ilişmişti Gadır. Köyün eski civeleklerinden olan Hassûn Efendi’nin omuzları, artık hayatın ve onca emek sarf ettiği zor yılların yükü ile iyice çökmüş gibiydi. Adamcağızın kamburu daha bir belirginleşmiş görünüyordu son zamanlarında. Fakat yaşanmış öğütlerle dolu yaşlı dili, yeri geldiğinde öylesine canlanırdı ki şaşırmamak elde değildi. O günde o anlardan biriydi işte. Eski bir ırgattan çok daha fazlası olan Hassûn Efendi, o ikindi sonrası, odanın garbısında, kimi zaman cemaatlerde ortalığı saran o tuhaf sessizliği bilgece bir sözle bölmek istercesine,

-“İnsan gençlikte o gader kesin ve emin olur ki düşüncelerinden ve hislerinden, sâhı hayatın da dünyenin gizini çözmüş kimi görür gendini. Esesinde o daha ne görmüştür ki bizim eskiler, ‘yaşıı gör yaşıı da, sona görürsüng temaşayı’ derdi rahmetliler, şindi daha eyi angnim ben bu coru! Amma bu insan garıpdır da ha, bazen sanki hep varmış kimi yaşar, bazen de yaşar da sanki hiç olmamış kimi...” diyerek, sanki bir ihtiyarlık muhasebesi yaptı yaşama dair.

Sonrasında ihtiyar gözleri ufkun kızıllığına öylesine dalmış ve upuzun önlerinde genişleyen Barak Ovası’nın engebeli düzlüğünü kaygısız bakışlarla seyre geçmişti. Hassûn Efendi de, Barak’taki o çile dolu hayatlardan bir tekinin olgunlaştırdığı eski adamlarından sadece biriydi. Bu tür adamların, insanı şaşkına çeviren o feraset ve basireti, yaşadıkları basit ama zor o köy hayatının çok kıymetli birer meyvesi gibi dururdu. Gadır o gün belki de ömrü boyunca bu tür cemaatlerde pek nadir yaptığı bir şeye girişti. Böylesi bir sohbete, belki yeni duyduğu bu sözün etkisiyle,

-“Bu insan zalım olur da, Allah'tan elinden de fazla bir şey gelmez haa. İster genç ve zengin, ister ihtiyar ve fakir ol, ne kimseyi küçümseyeceng ne de gendini böyük göreceng, Allah'ın kime neyi gısmat ettiğini heç bilemeng yorum bilemeng!” diye katıldı. Hassûn Efendi hariç, cemaatte bulunan herkes, hiç alışkın olmadıkları bu sesin duvar dibine sinmiş sahibini şöyle bir süzdü.

Hiç kimseden bu söze ilişkin bir değerlendirme çıkmadı. Belki Hassûn Efendi bir şeyler ilave edebilirdi, ama gözleri batmaya yüz tutmuş güneşin ufuktaki kızıllığına öylesine dalmıştı ki sanki başka bir âlemdeydi.

Tam bu sırada, oda ve hane sahibi ağanın ‘nazik’ uyarısı geldi:

-“Gadır, gene cora daldıng ha!”

Normalde de, rutin hayvan bakımı haricinde, onu harekete geçiren şey bu tür bir komutun gelmesiydi. Sıklıkla ona yapılması veya görülmesi gereken işler hatırlatılırdı. Çünkü Gadır hiçbir zaman zihnini yapılacak işler konusunda yormazdı. Sadece her gün birkaç kez yapılmak zorunda olan hayvanların sulanması ve yemlenmesi işini, kimseden bir emir beklemeden, hiç aksatmadan ve geciktirmeden vaktinde hallederdi. Daha başka hiçbir iş için kendiliğinden bir girişimde bulunmaz, hane sahibine çok uzak durmadan, ondan gelebilecek taleplere açık vaziyette yakınında beklerdi. Artık o mevsimin işi neyse, yaban ve harman yeri uğraşları başta olmak üzere, biderdi, budamdı, ekimdi, yolmaydı, şahraydı, cercerdi, harmandı, elekti, bekçilikti, duruma ve diğer yapılacak işlerin seyrine göre, hemen hemen her köy işine koşturulurdu.

Gadır’ın gördüğü tüm bu azaplık işleri karşılığında, aldığı cüzi ücretin bir kıymeti yoktu. Karın tokluğu da o kadar iyi olmazdı. Genelde hane hanımının insafına kalan günlük iaşesi, çoğunlukla evin artık yemeklerinin ötesine geçmezdi. Lâkin neredeyse tüm hayatı Barak’ın köylerinde geçmiş bu yalnız ve fakir adamın, tüm bunları tartacak ne bir dünyası ne de hevesi vardı. Belki daha iyisinin varlığına dair bir inancı yoktu. O sadece kendisi gibi azaplık yapan ailesinden gördüğünü, aklı yettiğinden beri tekrarlayıp duruyordu. İyi bir kapıda azap olmak için bile insanların sıraya girdiği bir dönemde, böyle bir iş bulduğu için mutlu sayılabilirdi. Zira köylerde hâlihazırda sarf ettiği emek göz önüne alındığında, ne dışarıdaki hayattan, ne de fırsatlardan haberi vardı. Gerçi bu mizaç, hâl ve tavır ile şehirde ne yapabilirdi ki? Kuvvetle muhtemel o inatçı davranışları yüzünden, yine çok sık iş değiştirmek zorunda kalır, bir de hiç alışık olmadığı bir şehir hayatının içinde büsbütün yok olabilirdi. Köy, her şeye rağmen çok iyi bildiği bir çevre ve tanıdığı insanlar demekti. Gadır, belki hiçbir zaman Barak’ın köyleri dışında bir yaşamı hayal dahi etmedi. Bir nevi ücretli uşaklık olan azaplık mesleğini artık iş tutamaz yaşa gelip tamamıyla eski ağaların odalarının bir köşesinde vakit geçirmeye başlayana kadar sürdürdü. Tüm bu azaplık mesleğinin ona en büyük faydası bu oldu aslında, yıllardır oda köşelerinde sinip duran bu yalnız adamın yaşlılığında da, herhangi bir iş yapmadan köy köy aynı oda köşelerinde kıvrılıp oturmasını kimse yadırgamadı. Fakat eskiden beri tüm bu oda sohbetlerini dinleyen bu kimsesiz adamın, konuşulanlardan ne anladığı ve neden merakla bu kadar kulak kabarttığını hiç kimse doğru düzgün kavrayamadı. Zira anlatılan mevzular hakkında çoğu zaman ne bir fikir beyan eder ne de tek kelime yorum yapardı. Belki de hafızalarda iz bırakan tek konuşması, Hassûn Efendi’nin o akşamüzeri söylediklerinden sonra dile getirdikleriydi. Dışarıdan bakan biri için genelde ilgiyle dinliyormuş gibi bir görüntü sunardı sadece. Artık bu pür dikkat hâl, odadaki sohbete bir değer verdiğinin göstergesi miydi, yoksa odalarda bulunmanın bir gereğini mi yapıyordu kendince, bilinmez doğrusu. Yalnız, o oda ortamlarındaki hemen herkes için sanki yok hükmündeydi. Arada, kapısında çalıştığı ağanın, ona yapılacak günlük işlerini hatırlatan dokundurmaları da olmasa bizatihi varlığı bile kuşkulu sayılabilirdi.      

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...