22 Ekim 2018

Yoldaki Taşlar


Çocukken köyde toprak yollardan çok gittim geldim. Davar götürüp getirmek, fıstığa, bağa, bostana ve tarlalara gitmek için çoğunlukla bu toprak yollardan yürürdük. Bu toprak yolların anısı çoktur yani dimağımızda. Fakat anlamakta en çok zorlandığım hususlardan biri kimi mülk sahiplerinin takımlarındaki toprak yollara haşin tavrıydı. Fıstıklarını veya tarlalarını sürerken o pullukları, yolu ucundan kenarından sürene kadar niye yukarı kaldırmazlardı hiç anlamazdım doğrusu. Oysa hepi topu bir bir iki metrelik toprak yoldu mevzu. Bu yolu tarlasına katsa ne olur, katmasa ne olurdu sanki? Bir de sürümü düzleştirsin diye kültüvatorun arkasına takılan tapanın çektiği toprağı yola getirip boca edenler olurdu. Galiba yolu biraz karşı tarafın tarlasına doğru meylettirmeye gayret ediyorlardı bu şekilde. Böylesi kişioğulları çifti bitirdiğinde, tarlalarının ucundaki toprak yol inişli çıkışlı çok sayıda kasis vari engebe ile kaplanırdı âdeta. Tuhaftı gerçekten. Herkesin kullandığı bu toprak yolları bu denli hoyratça tahrip etmenin mantığını anlamak mümkün değildi. Lâkin asıl mevzumuz bu değil şimdi.

Yabana gidişlerimin bir kısmı Babam ile olurdu. Genelde o önde ben arkada yürürdüm o zamanlarda. Babamın ayağında Gaziantep’teki esnaflara yaptırdığı ve ‘Hıyde’ dediği yemenileri olurdu. Toprak yollardan gidip gelirken Babamın arada karşısına çıkan irili ufaklı taşları tekme ile yoldan uzağa attığına şahit olurdum. O zamanlar garibime gitmedi dersem sanırım yalan olur. Hatta bir keresinde biraz dikkatli bakmış olacağım ki Babam:

-“Milletin tekerine mekerine denk gelir bu daşlar!” dedi hemen. Daha pek araç kullanmışlığım olmadığından kastettiği şeyin manasını fazla idrak edememiştim o zaman. Tozlu toprak yollardaki taşlar kadar traktör ve otomobil yolcusunu rahatsız eden şey azdır. Tabiî sivri taşların lastik tekerlere vereceği ilave zararlar da ayrı konu.

Şimdi anlıyorum da, bu hayatı güzelleştiren şeylerden biri, kimin faydalandığını hiç umursamadan ve bilmeden insanların önlerine çıkabilecek taşları ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışan ve çabalayanlardır. Aslında çoğumuz pek farkında olmadan böyle davranışlardan bir şekilde faydalanmışızdır.

Bir 'Gavurma' Bir Ekmek


Gaziantep'in hemen her caddesinde, olmazsa olmaz dükkânlardan ikisi, tırnaklı çarşı ekmeği fırını ile ‘cartlakçı’ denilen ciğer kebapçısıdır sanırım. Bunlardan ekmek fırını neredeyse her iki üç sokakta bir mutlaka olur. Yalnızca ekmekçi değildir ahali için onlar, işyeri ve hanelerin yemek tepsilerine odun fırını olarak da hizmet verirler. Gaziantep'teki ortaöğrenimim boyunca kaldığım Saçaklı Mahallesi, Ragıp Oral Geçidi, No:15'teki eski Antep evimizde birkaç yılı Mahmut ağabeyim ile yalnız geçirdik. Öğrenci hâlimizle iyi kötü kendimize yiyecek bir şeyler hazırlayabiliyorduk genelde, ama bizim için ziyafetlerden biri 'gavurma dürümü' idi.

Gaziantep'te sağda solda rahatlıkla görebileceğiniz 'cartlakçı’larda (ciğerci) kebap mangallarının bir köşesine yığılmış közlere yakın bir yerde mutlaka alüminyum bir tencere görürsünüz hâlâ. İşte bu tencere, yağı bir hayli belli olan ve bence bu dünyadaki en lezzetli yiyeceklerden birini barındırır. Sakatat parçalarından, iç yağından ve bol soğan ve baharattan imal edilen bu yağlı ciğer kavurması, büyük kebap mangalında sıcak sıcak hazır bekletilir müşteriler için. Ciğer kebaplarının yanında 'gavurma' biraz ikinci sınıf sayıldığından müşteriler ana yemeği olan kebabının pişmesini beklerken, alışkanlık olduğu üzere, yarım tırnaklı yumuşak çarşı ekmeği ile 'gavurma dürümü'nü gömer ayaküstü. Muhteşem bir lezzet şölenidir bence bu yağlı ve soğanlı ciğer kavurması. Tek başına öğün olmayı ziyadesiyle aşar aslında. Nitekim Mahmut ağabeyim ile bu gerçeği sayısız defa test edip onayladık zamanında!

Kavurma kimilerince çok makbul görülmediğinden ucuzdur, en azından o zaman öyleydi. Bizde de para yok, haliyle o vakit. Ara sıra Mahmut ağabeyim, beni 'gavurma dürümü' almaya gönderirdi. İkimize ancak birer kavurma dürümü alabiliyorduk. Ama birer kavurma dürümü de yetmiyordu doğrusu. Bir süre sonra bir çözüm geliştirdik. İki kavurma dürümünün yanına mahalle fırınından iki de taze çarşı ekmeği almayı akıl ettik. Kavurmaları paket yaptırıp eve getiriyordum. Gelirken mahalle fırınına da uğruyordum. Eve gelince kavurma dürümlerinin içindeki kavurmaları diğer boş ekmeklere de paylaştırıyorduk. Böylece iki dürümden dört dürüme ulaşmış oluyorduk kendimizce. Yağlı kavurma o şekilde de gayet lezzetli oluyordu. Hâlâ tadını hissedebiliyorum o dürümlerin. İşin esası, elim para tuttuktan sonra dahi vazgeçmedim o ‘gavurma dürümü’nden. Gerçi yaş geçtikçe sağlık çekinceleri ile artık eskisi gibi rağbet edemiyoruz ama memlekette ne zaman bir ciğercinin önünden geçsem gözüm hâlâ takılır o alüminyum tencerelere. Bu arada epey bir esnafın çelik tencereye terfi ettiğine de şahit oldum son zamanlarda.

16 Ekim 2018

İlk Röportajım: 'Göksel Tiryaki, Barak'ı anlattı...'

"Göksel Tiryaki ile “Barak Üçlemesi”nin sonuncusu olan Feriz Bey adlı kitabı ve Barak’a dair konuştuk.

Barak Üçlemesi”, Barak kültürüne, Barakların göçlerine ve yaşanmışlıklarına yer veriyor. Göksel Tiryaki de Barakeli’nde yetişmiş ve bu kültürü kitaplarında yansıtan bir yazar. Kendisiyle Barak ve “Barak Üçlemesi”nin sonuncusu Feriz Bey adlı kitabı üzerine yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.
Dr. Göksel Tiryaki
Bize Barak’tan biraz bahsedebilir misiniz, nedir ve neresidir Barak?

– Barak, uzun bir yolun, göçün ve yerleşecek bir toprak arayışının hikâyesidir. Özü budur aslında. Bu özden türlü parçalar ve anlamlar çıkarmak, başka özelliklerini öne çıkarmak mümkün elbette. Misal bugün Barak deyince çoğu kişinin zihninde Ezo Gelin’in hikâyesi canlanmaktadır. Tabii bunda, Fatma Girik’in başrolünde oynadığı aynı isimli Türk filminin büyük etkisi var. Şüphesiz Ezo Gelin Barak’ta yaşamış, hüzünlü bir öyküsü olan bahtsızlardan biri. Ancak Ezo Gelin, geçmişte Anadolu’nun çoğu yerinde karşılaşılabilecek türde bir ayrılık ve gurbet hikâyesi esasında. Bence ona dair anlatılanlar Barak’a özgü olmaktansa Anadolu’nun hasret kokan genel hikâyelerinden biri yalnızca. Ezo Gelin’in çok ötesinde, Barak’ı Barak yapan Barakların yaklaşık 300-400 yıl süren göçleri, sürgünleri ve toprak arayışlarıdır. Anadolu’ya son büyük Türkmen göçüyle gelen Barakların yerleşecek bir kara parçası bulması çok zahmetli ve yüksek bedelli olmuştur. Fakat bugün, Gaziantep’in Nizip, Oğuzeli, Karkamış ilçeleri ile Halep’in kuzeyindeki Suriye topraklarına dağılmış durumdaki Baraklar, neticede yaşadıkları bölgeye kendi isimlerini veren az sayıdaki topluluklardan biri de olabilmiştir. Günümüzde Barak Ovası diye anılan bu coğrafyada, yüzlerce yıllık kültürlerini büyük oranda korumaya çalışan Barak Türkmenleri’nin, Oğuzların Beğdili Boyu’ndan oldukları yönünde bir genel kabul vardır. Kendilerini Barak olarak niteleyen bu topluluk, yöredeki diğer etnik grup ve kültürlerle de derin ve sağlam şekilde kaynaşmış, deyim yerindeyse iç içe geçmiştir. Hatta bu etkileşim Barak Kültürü’nün, Barakların coğrafi ve etnik sınırlarının çok ötesine geçmesine vesile olmuştur denebilir.

O zaman anlatılacak çok hikâye barındırıyor Barak?

– Şüphesiz öyle. Bugün Barak deyince belki Ezo Gelin’den daha fazla hüzün dolu çok sayıdaki Barak Türküsü akla gelir yine. Büyük çoğunluğu dokunaklı zurna ezgileriyle söylenen bu türkülerin seven sayısı ve bilinirliği, Barak Ovası’nı ve Barakların tanınırlığını çok aşmıştır mesela. Oysa tüm o içli Barak türkülerinin bir geçmişi, hikâyesi ve anlamı vardır. Özellikle göçler boyunca karşılaşılan zorluklar ve katlanılan meşakkatler, kaybedilen canlar, zulümler, ayrılıklar, özlemler, arayışlar, yakarışlar ve umutlar hep ağıda ve türküye dönüşmüştür zaman içinde. İşte tüm bu ağıtların ve türkülerin bir arka planı ve üzerine inşa edildiği koşullar vardır.

Bu koşullar mı anlatılıyor Feriz Bey kitabınızda?

– Elbette bu koşullar ve o türkülerden bir kısmının yakılış öyküsü de var kitapta. Fakat yalnızca buna indirgemek doğru olmaz. Feriz Bey kitabı için “Barak Üçlemesi”nin üçüncü parçası dedim kitabın ön sözünde. Esasında Barakların İran Horasan’dan ilk çıkışı ile başlamasına rağmen Barak’a dair kitaplarımın üçüncüsü oldu Feriz Bey. Zira önceki kitaplarla Barak Ovası’nın son durumunu ve dönüşümünü anlatmam gerektiğini düşündüm. Barakların tarihsel arka planı sonraki işti. İlk kitap Seydimen’de, büyük oranda aynı isimli (http://seydimen.blogspot.com) bloğumda yer alan paylaşımlara dayanan ve kendi kişisel gelişim sürecimle birlikte özellikle 1980 sonrası yaşayışı, ortamı ve durumu anlatmaya çalışmıştım. Daha bütüncül olan ikinci kitap Garıp’ta ise biraz daha geçmişe yönelerek, bana göre ülkemiz açısından da son derece önemli olan 1950 sonrası köyden kente göçü temel alan dönüşümü, Barak’a dair kişiler ve olaylar üzerinden öykülerle işlemeye gayret ettim. Bu kez Feriz Bey ile Barakları hâlihazırda yaşadıkları bu bölgeye iten ve getiren tarihsel süreç ve olayları yine hikâyeler ve öykü kahramanları üzerinden anlatmaya teşebbüs ettim. Aslında her üç kitabın genel bir bütünlüğü var ama özelde üçünün ayrı bağlamları ve göndermeleri bulunuyor.

Peki, “Barak Üçlemesi”nin genel karakteristiği nedir o zaman?

– Neticede bereketli Barak Ovası’ndan çıkmış biriyim. Çocukluğum ve gençliğim büyük oranda orada geçti. Hâlâ da yakın irtibatım var Barakeli ile. Fırsat buldukça gidip kalmaya, araştırmaya ve yeni şeyler öğrenmeye çalışırım yöreye dair. İşte bir köşede kalmış bu verimli toprakların ve unutulmuş güzel insanlarının hikâyesini yazmaya ve anlatmaya çalışıyorum kendi hâlimce. Belki unuttuğumuz, belki kaybettiğimiz, belki arada bir hatırladığımız ve belki de hiç zihnimizden atamadığımız o hasret dolu geçmişimizden, bugüne dair çok önemli yansımaları da olan, hatıralar ve hikâyeler demeti tüm bunlar.

Ağırlıklı olarak yaşanmışlıklar mı anlatılıyor kitaplarda?

– Aslında tam ve birebir yaşanmış olaylar ve hikâyeler diyemeyiz. Elbette geçmişten izler ve doğrudan hayattan aktarımlar var ancak genel bir hikâye kurgusu içinde yer yer kurmaca ilaveler bolca yer alıyor anlatılanlar arasında. Yörede şahit olduğum, duyduğum veya anlatılan yaşanmışlıkları hikâyelerin genel kurguları içerisinde aralara serpiştirmeye gayret ettim. Fakat kitapların bütünüyle anı olarak değerlendirilmesini istemem şüphesiz. Kitabın uzun adında da görüleceği üzere, sadece Seydimen kitabında bir kısım hatıra kabilinden bölümler var. Bu da kişisel tecrübelerin, yörenin ve çevrenin anlaşılması açısından gerekliydi kanımca. Bu sınırlı bölümler dışındaki anlatı ve öykülerin neredeyse tamamı kurmaca hikâyelerden oluşuyor. Tabii ki tarihe, yöredeki hayata ve olaylara kayıtsız kalmıyor, kalamıyor öykülerim. Hem tarihsel arka plan hem yörenin dönüşümü ve hem de mevcut durumu elden geldiğince okuyucuya aktarılmaya çalışılıyor.

Hikâyelerinizi Barakların hayatından kesitler şeklinde de nitelendirebilir miyiz?

– Böyle anlaşılması beni memnun eder. Fakat öyküleri sadece günlük hayattan kesitler ve esintiler olarak kurgulayıp yazmadım. Arada kendimce, insana, hayata ve çağımıza dair bazı göndermeler yapmaya çalıştım. Niyetim, basit bir kır hayatından bile daha büyük ve bütüncül anlamlar çıkarmanın mümkün olduğunu göstermek biraz da. İnsanlar, tüm farklılıklarına ve imkânsızlıklarına rağmen, esasında her zaman ve mekânda benzer şeyleri deneyimliyor. Bedensel özelliklerimiz, düşüncelerimiz ve kimliklerimiz ayrı gibi görülse de insan olarak ruhlarımız ve duygularımız çok yakın ve benzer nitelikte, işte bu hepimizin bir ortak değeri bence. Neticede yöresel hikâyelerden evrensel değerlere giden bir yol, insan olarak bizleri ortak kılan duygu dünyamız üzerine kurulabilir. Hiç alakasızmış görülen bir taşra köşesindeki “küçük” ve “önemsiz” insanların günlük hayatındaki duygulardan evrensel dersler ve değerler devşirmek neden mümkün olmasın. Dolayısıyla bir anlamda edebiyatı yerellikten evrenselliğe taşıyacak araçlardan birinin hikâye kahramanlarının duygu dünyası olduğunu düşünüyorum. Sonuçta kimlikler, aidiyetler, düşünceler ve inançlar insanlar arasında ayrılıkları artırabilir ama tüm insanlar en azından duygusal olarak kardeş görülebilir sanırım. Bu yönüyle Barak insanın tecrübesinden insanlığın ortak duygu havuzuna bir takım yansımalar bu öyküler vesilesiyle aksettirilebilirse asıl o zaman daha büyük mutluluk duyarım. Yoksa hikâyelerimin sadece bir yöreye özgü olarak algılanmasını ve hapsolması istemem. Ne kadar yöresel ve yerel de olsa herkesin en nihayetinde, bir şekilde ortak insan tecrübesine ve insanlık idealine doğru çalıştığı ve çabaladığı görülecektir. Umarım bizim öyküler de nihayetinde böyle algılanır.

“Yerelden evrensele Baraklar” mı diyorsunuz yani?

– Açıkçası çok fazla iddialı görülmek ve olmak istemem ama her kesim, yöre ve topluluk için geçerlidir bence bu. Her yörenin, bölgenin, kesimin günlük hayatında dikkate değer çok sayıda konu, hikâye ve içerik olabilir. Sanırım asıl mühim olan rutin koşuşturmaca ve curcuna içinde, özgün içeriklerin ayıklanması, insanın evrensel yanına dair yakalanacak ince noktaların açığa çıkarılması ve ortak insanlık tecrübe ve duygu dünyasına katkı sağlayacak hususların bulunması ve paylaşılmasıdır. En azından kendi çapımda, yöreme duyduğum vefa ve insanlık ideali adına buna giriştim diyebilirim ve umuyorum ki bir nebze de olsa başarmışımdır. Kısacası farklı coğrafyalarda, yerleşecek bir toprak parçası arayışı ve mücadelesi ile geçen yüzyıllar boyunca Barakların maruz kaldığı tüm zorluklar onlarda çok derin izler bırakmış ve bu güçlükler türlü şekillerde günlük hayatta etkisini bugüne kadar sürdürmüştür. İşte bu öyküler, hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluğun topraklarına tutunma ve yurt edinme mücadelesinde yaşadıklarından ve yaşattıklarından benim gözümde geriye kalanlardır."

04 Ekim 2018

Geçmiş, Hamaset, İbret ve Bereket

Gerçi eserlerimizi okuyanlar veya onlara aşina olanlar biliyor ama yanlış anlaşılmamak için bir kez daha paylaşıyorum; yaptığımız işlerde ve eserlerimizde, "Geçmiş ve köy güzellemesi yapmıyoruz..." Neyse o...

"Eliyle kayasını kırıp yetiştiren mülk satamaz!"

Yılların emektarı Mamov Emmi böyle diyor işte, yurt edinmenin, toprağına tutunabilmenin nasıl güç olduğunu en iyi bilenlerden bir büyüğümüz o...

Bazen, sağ olsunlar karşılaştığım kimileri, "Ne güzel eski resim ve video paylaşıyorsun" gibilerinden ifadeler kullanıyor. Bir an ne diyeceğimi bilemiyorum ve "İyi, teşekkürler..." kabilinden bir şeyler söylüyorum ancak. Meselenin ve mevzunun sadece 'eski resim ve video paylaşmak' düzeyinde kalması bence eksik bir değerlendirme olur. Oldum olası geçmişe bakışım ders çıkarmak üzerine kuruludur. Hiçbir zaman geçmişi bütünüyle yüceltmekten ve sürekli özlemle anmaktan yana olmadım kendi adıma. Şüphesiz her zaman iyi ve kötü olaylar vuku bulabilir. Bugün de, geçmişte de ve gelecekte de elbette. Önemli olanın yaşananlardan ders almak veya çıkarmak olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle paylaştığımız bazı şeyler, kimi zaman bazılarının hoşuna gitmeyebilir. Olabilir tabiî ki, fakat şunun unutulmamasını istirham ederim; bunlar, birtakım geçmiş acıları deşmek veya gururlanma vesilesi olarak görülmemelidir. Bilakis daha iyi bir gelecek kurmanın ancak geçmişi iyi bilerek ve ondan ibret veya ders alarak mümkün olduğunu düşünüyorum. Eğer geçmiş hatalar ve kusurlar sürekli tekrarlanıyorsa demek ki pek bir ilerleme ve iyileşme sağlanamıyordur özünde. Dönüp kendimize ve çevremize bir daha bakmak icap ediyordur belki. Geçmişe hamasetten ziyade ibret alma gözüyle bakmanın çok mühim olduğu kanısındayım.

Bu düşüncelerle, geçmişte belki de en iyi koşullara sahip olması beklenecek bir ağa oğlu olan Servet Tiryaki’ye de sordum: “Gerçekten özlenecek bir şey miydi bizim 'geçmiş'?”. Sağ olsun Servet Emmi yine büyük bir samimiyetle cevapladı. Aslında sürekli "geçmiş güzellemesi" yapanları o eski sulukluklardan birinde banyo yaptırmak lazım belki de... :)

Söyleşimizin devamında, Servet Emmi ile Barak Ovası toprağının kendine has özelliklerini, farkını, verimini ve bereketini de anmadan geçemedik doğrusu...

Burada bazı konularda kıymetli görüşlerini yayınladım. Değerli bir insan Servet Emmi, Hüfney Ağa soyunun ikinci kuşağının şu an yaşayanlar arasında en büyüğü yanılmıyorsam, aşağıdaki videoda çok kısa yayınladık ama halay başında. Daha elimde çok muhteşem ve eski halay ve oyun görüntüleri var. Bir iki görüşmemizde gösterdim, o kadar duygusallaştı ki yayınlamaya kıyamıyorum şimdilik, zira öyle bir iması oldu. “Niye?” dedim Servet Emmi’ye, “O kadar güzel, önemli ve değerli görüntüler ki bunlar, belki ibret ve ders alır insanlar” diye ilave ettim. “Görmeye dayanamıyorum, o kadar özlüyorum ve arıyorum ki o günleri ve ortamı…” diyebildi zar zor. Sanırım pek haksız da sayılmaz. 

Bu arada elimdeki Servet Emmi’ye ait halay ve oyun görüntüleri kanımca Barak kültürü açısından arşivlik eserlerdir. Bence o oyunlarda halayın ortasında sahnelediği figürler, değme sanatçıya taş çıkarır. Barak göçünü ve yaşamını tek kelime ile oyunlarla canlandırıyor âdeta.

03 Ekim 2018

Bastık Dürümü

"Biyy (Yaa) anam, eskiden tatlıyı kim bilirdi, bastığın (üzüm pestili) içine fıstığı dürüm eder yerdin!"
Antep Fıstığı İçi
Pistachio
Bastık (Pestil) Dürümü

Hönnüsü Üzümü

Bu üzümü genelde üreticisi bilir ve yer, dışarıda pek bilinmez ve satılmaz, Barak Ovası'nın güz üzümüdür. Kütür kütür üzümün şayihasıdır, özgün bir tadı vardır. Renginden bahsetmeme gerek yoktur sanırım...

Hönnüsü Üzümü

Nar Zamanı

Sadece yaz değil, güz de bereket demek Barakeli'nde, narlar olgunlaşınca...
Nar Ağacı

Nar

Yoğurt Çiçeği

Yoğurt ÇiçeğiPapatyaya bir zamanlar yoğurt çiçeği denilirdi Barak Ovası'nda... Yöremizdeki çiçek ve cacık (yenebilir otlar) çeşitlerini ve isimlerini genelde anamdan öğrendim. 
PapatyaBarakların geçmişte göçebe oldukları ve hayvancılığın temel geçim kaynağı olduğu bilindik bir konu. Dolayısıyla Barakların hayvanlar ve hayvancılık hususunda zengin bir dili var. Misal bugün pek kullanılmayan "ağaran" diye bir kelimemiz var. Öp öz Türkçe bir sözcük. "Ak"tan gelen beyazlığa vurgu yapan bir kelime ve Barak'ta süt ürünlerinin hepsini nitelemek için kullanılırdı. Keşke memleket sathında süt ürünleri yerine kullanılsa; bu arada yazdığım kitaplarda birkaç yerde vurgulayarak kullandım kendisini... İşte herkesin bildiği papatyanın bizim "yoğurt çiçeği" olduğunu çok sonradan öğrenmiştim geçmişte. Nedense zihnimde papatya sapsarı bir çiçek diye yer etmiş uzun süre, yöre insanımız yaprakları beyaz olan papatya türüne gene "ağaran"lardan hareketle yoğurt çiçeği demeyi tercih etmiş ve o denli kanıksamışım ki bu yerel ismi... İşin aslı, bence son derece uygun ve hoş bir adlandırma yapmışlar gene...
Papatya - Yoğurt Çiçeği

Toprağın Hâlleri

Köy, kışın 'çamır' yazın tozdur. Eh işte biraz serin güz, az da ılık bahar var aralarında. Şehrin kalabalık ve dar kaldırımlarına alışmış o cilalı ayakkabılarla girilmez ki buralara. 'Carıs' (Rezil) olur insan...
Uruş-Dokuzyol-Oğuzeli-Gaziantep
(Fotoğraf: İsrafil Yılmaz)

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...