25 Şubat 2021

Heyro

Arada Kalmış Yaşamlar kitabında yer alan "Heyro" öykümüzün tamamı:

tirekili
“Gurbat dilenci demek deel, bu zanaatı eyi biliceng.” dedi gurbat Heyro, henüz yeni ergenliğe adım atmış oğlu Çamır’a. Baba ve oğul, direklerini çatıp kuralı birkaç gün ancak olan çadırlarının garbı tarafında sabah sabah, büyükçe birer elek çeşidi olan sarat ve kalbur imal ediyorlardı. Boyut boyut, daire biçimindeki ahşap kasnaklara deriden kurutup yaptıkları kalınca ipleri itinayla geçiriyorlardı. Ahşap kasnağın bir kenarına açılan deliklerden geçen sağlam deri ipler, daire şeklindeki kasnağın tam karşında açılan başka bir deliğe kadar sıkı bir şekilde uzanıyordu. Kasnağın bir tarafı hem kuzey güney hem doğu batı gibi iki şekilde dayanıklı deri iplerle döşeniyordu. Böylelikle sarat ve kalburun küçücük kareler biçimindeki elek gözleri ortaya çıkmış oluyordu. Sarat kalburdan daha büyüktü, yaklaşık 80 cm çapında olurdu. Sadece kasnağı değil, eleğinin gözenekleri de daha iriydi. Kalburun hem boyutu hem de elek gözenekleri daha küçük olurdu. Aslında kalbur elek olarak kullanılmaktan ziyade, 5-10 kg kadar tahıl taşımak veya tahıla karışmış toprağı veya o boyuttaki minik nesneleri eleyip ayıklamak için kullanılırdı. Tahılların elenip sap, çer çöp, yabani ot ve tohumlardan ayıklanması iri gözenekli ve daha geniş olan saratlarla yapılırdı. Arpa, buğday veya mercimek için farklı ebatta gözenekleri olan sarat çeşitleri olurdu. Eleme işlemi sırasında önce kalburla cecden (tahıl yığınından) bir miktar alınır ve birkaç kez hafifçe sallanırdı. Bu şekilde toprak ve sair çok küçük cisimlerin yere dökülmesi sağlanırdı. Daha sonra temiz tahılın bulunduğu yerde bekleyenin elindeki sarata kalburdaki tahıl atılır ve esas eleme işlemi saratla gerçekleştirildi.
Gurbat Heyro’nun, konargöçer bir şekilde yaşadığı Barak Ovası’ndaki esas işi bu sarat ve kalburları yapmaktı. Özellikle havaların ısınmaya başladığı ve harman zamanının yavaştan kendini belli ettiği ilkbaharda, ahalinin bu tür özellikli elek ihtiyacı daha fazla olacağından gurbatlar yollara koyulurdu. O zamanlar, dört lastikli bir uzantı biçiminde olan at arabası en revaçta ulaşım araçlarıydı. Beygirlerin yaylıma çıkacağı yerler ve saman boldu. At arabasıyla daha fazla eşya ve gereç taşınabiliyordu. Biraz yavaştı ama gurbat kısmının da vakitten yana bir sıkışmışlığı yoktu. Beygirle seyahat daha mantıklıydı. Böylelikle hem gittikleri yerlerde kaldıkları çadırlarını hem de diğer eşya ve gereçlerini rahatlıkla yanlarında götürebiliyorlardı. O dönem için bir beygirin çektiği at arabası, gurbatların ayrılmaz bir parçası gibiydi.
Gurbatlara bakış, Barak’ın her köyünde ve herkes için aynı değildi. Kimi, gurbatları dilencilik ve hırsızlıkla özdeşleştiriyordu. Bu algıda, her gurbatın aynı olmamasının etkisi vardı muhakkak. Gurbatlar, gittikleri köylerde veya köyün çevresinde uygun buldukları yerlere kafileler hâlinde çadırlarını kurduktan sonra, genelde imal ettikleri araç gereçleri veya sair malzemeleri satmak için köylerdeki evleri kapı kapı dolaşırlardı. Sattıkları alet edevat için illa para almaz, bunlar karşılığında köylünün ürünlerinden de kabul ederlerdi. Bazı gurbatlar için bir süre sonra köylüden tarım ürünü toplamak bir bedel tahsilinden ziyade asıl faaliyet haline gelmiş ve mevzu dilenciliğe kayar olmuştu. Buna köyün içinde dolaşırken kıyıda köşede atıl duran eskilerin sahiplerine sorulmadan alınması ilave olunca, bazı gurbatlar için hakikaten dilencilik ve hırsızlık bir çeşit meslek hâline gelmişti denebilir belki. Fakat Heyro asla böyle bir gurbat olmadı, o, onuruyla mesleğini icra eden hakiki bir gurbat olmuştu hep. Hatta ne kendisi ne de ailesinden biri geçici konakladıkları köylerde öyle kapı kapı dolaşırdı. Hele kendisi, kurduğu çadırın civarından çok az ayrılırdı. Zorunlu bir durum olmadıkça veya köyden birinin açık davetini almamışsa kimsenin hanesinin veya odasının yanına asla yaklaşmazdı. Baraklıların deyişiyle, “Çokh tebeat sahıbı…” (güngörmüş, ferasetli) bir adamdı. Diğer gurbatlardan o kadar farklıydı ki çadırını diktiği köylerde, köyün sakinlerinden sohbeti için sık sık ziyaretçisi bile gelirdi. Hem de o köylerin ileri gelenlerinden. Zira ağzı iyi laf yapan bu işinin erbabı adamın, Barak türkülerine ve eski mesellere hâkimiyeti ve yetkinliği, çadırının ve çevresinin temizliği ve düzeni hayranlık uyandıracak türdendi. Böylesi bir kişiyi ve ortamı bulmuş bölge ahalisi için hazır muhabbeti kaçırmak pek akıl kârı bir iş değildi. O, gölgede büyük bir dikkat ve itinayla sarat ve kalbur işine odaklanırken, gelenler bir kürsüye oturarak veya uygun bir yere çömelerek, hem Heyro’nun maharetli elinin hünerini izler hem de ağzından dökülen sözleri takip ederlerdi. Bu duruma alışkın olan Heyro hiç istifini bozmaz, elinden geldiğince hazırunu memnun etmeye bakardı. Oğlu Çamır’ın temel işlerinden biri de çevreden temin ettikleri çalı çırpı ve ortut (küçük ince dallar) ateşiyle çaydanlığın ateşinin sürekli canlı tutulması olurdu. İkram sahibi bir gurbattı Heyro.
Gurbatlar çoğu zaman yaban işlerinden uzak dururlardı. Nedense hiç anlamadığım bir husustu bu, köye gelen abdallar ve gurbatlar yaban yazı işlerine pek bulaşmazlardı. Sanki ırgatlık onların ilgi alanlarına hiç girmiyordu. Heyro gibi çok çalışkan kişiler vardı aralarında. Fakat köy işçiliğine dâhil olmazlardı gurbatlar, tıpkı köyün çalgıcıları abdallar gibi. Heyro bu noktada belki istisna sayılabilirdi. Bazen köye gelişleri tam cercer zamanına denk gelirdi. Kimi zaman Heyro’nun çadırlarının yakınındaki harman yerinde cercer dövmelerine iştirak ettiğini hatırlıyorum. Harmandan, mal sahibinin bonkörlüğüne göre eline geçecek bir miktar cec karşılığında, gayretli bir şekilde çalışırdı o sıcak günlerde. Birkaç mülk sahibine yapacağı işgücü yardımı neticesinde, ancak üç beş çuval tahıl eline geçerse ne âlâ idi. Ama o memnundu bu işlerin içinde bulunmaktan, hatta oğlu Çamır’a cercer ile harman dövmede çalışmanın öyle sıradan bir faaliyet olmadığını bir keresinde şöyle izah etmişti:
– Bu sıcak havada, aha bu cercerin ağır ve sivri dişlileri altında ezilenin bes harman olduğunu zannetme oğul! Adamın zaif taraflarını da ezer bu cercer. Hayatta dayanma gücünü, sebat etme azmini artırır bu sıcak ve ağır havadaki iş. İşte beyle işlerde çalışırsang hiçbir şeyden yılmazsıng, yıldıramazlar da seni!
Babam da severdi Heyro’nun muhabbetini. Bu nedenle ara sıra, ya çadırına gider ya da dedemin odasına çağırırdı onu. Heyro’nun tüm meziyetlerine ilave olarak bir hüneri daha vardı. İyi bağlama çalardı. Hele o yanık Barak türkülerini öyle dokunaklı ve içli çalardı ki bağlamasından dökülen ezgiler tiz zurna sesini aratmazdı. Heyro, babamın Barak havalarına tutkusunu bildiğinden onun geleceğinden haberdar ise bağlamasını hemen hazırlardı. Eğer babam onu çağırmışsa mutlaka bağlamasını da yanında getirirdi. Muhabbetin, önünde sonunda Barak türkülerine evrileceğini iyi bilirdi. 

Bizim köye çadırını kurduğu bir yaz Heyro ile babam, bu türkü muhabbetini bambaşka bir noktaya taşımışlardı. Dedemin odasının şark tarafındaki gölgede, türkü sohbetinin iyice koyulaştığı bir ikindi vakti, Heyro’nun çalıp babamın söyleyeceği türküleri kasete çekmeye karar verdiler. O zamanlar kasetçalarlar daha yeni yeni yaygınlaşmıştı. Küçük teyplerin üzerinde kırmızı bir “record” düğmesi olurdu. Bu “record” tuşuna “play” tuşuyla birlikte basılınca, kasetçaların içindeki teyp bandına ses kaydı yapmak mümkün oluyordu. İşte o akşam dedemin odasında, kaç zamandır çalıp söyledikleri Barak türkülerini kayda almaya karar vermişlerdi.  

Akşam için hazırlıklar tamamlandı. Hazırlık da öyle ahım şahım bir şey değildi aslında, evde yediği sıradan akşam yemeğini dedemin odasında metal bir sini içinde gurbat Heyro ile birlikte yiyeceklerdi. Yemekleri de bamyayla birlikte haşlanmış taze horoz eti ile bulgur aşıydı. Bir de, Almanya’dan emmisi uşaklarına ısmarladığı ve yeni gelen, omuza asılan bir çantayı andıran “Alaman teypi”ni hazır etmesi gerekiyordu. Pilleri zaten yeni takılmıştı. Siyah renkli yassı “Alaman” kasetçalar geniş pencere kenarlarından birine itinayla yerleştirildi. Bundan sonrası ağabeylerim ile amcam çocuklarının işiydi. Gurbat Heyro’yu çağırmak, yemeği getirip sofrayı kurmak, toplamak ve sonrasında çay ve kahve servisini yapmak onlara düşüyordu. Ayrıca Heyro’nun çalıp babamın söyleyeceği Barak türkülerini de yine onlar bu teybe kaydedeceklerdi. Bizler yaşça daha küçük olduğumuzdan ancak ayak işlerine koşturulmakla yetiniyorduk. O gece, Heyro ve babam neredeyse sabaha kadar oturdular. Onlara eşlik eden ve hizmetlerini gören birkaç genç ve çocukla birlikte hemen hemen bilip söylemedikleri Barak türküsü kalmadı. Heyro belki de o güne kadar hiç bu kadar bağlama çalmamıştı. Bir ara parmakları bile uyuşup tutuldu. Babam zaten tutkunu olduğu Barak havalarını kasete kaydetmenin verdiği gurur duygusuyla daha bir içli ve derinden söyledi durdu. Sanırım bu denli uzun bir şöleni ikisi de daha önce yaşamamıştı. Bir görev bilinciyle yaklaştılar bu kayıt işine ama iyi de eğlendiler. Babam ağabeylerime habire evden yiyecek içecek taşımaları talimatını veriyor, önlerindeki açık sofra hiç kalkmıyordu. Babamın yeğeni de teybin başından kalkmıyor, her türküyü dikkatle kayda alıyordu. Türkü bitince hep beraber kasetin geri sarılmasını bekliyor, pürdikkat kayda alınan sesleri dinliyorlardı. Eğer ses kalitesinden ve söyleyişten hoşnut olmazlarsa geri sardıkları kasetin üzerine, aynı türküyü tekrar çalıp söylüyorlardı. Böyle böyle, İskân, Dertli, Hurşut, Garip, Köroğlu, Karacaoğlan gibi makamlarda çok türküyü çalıp kasete okudular. Şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla, İsa Balı, Bey Velet, Ceren, Bey Mayıl, Hösün Ağa’m, Dumana Oğlum Muhammed’im, Yumma, Ali Paşa, Süre Süre Isfahan’dan Getirdim, Döne Gelin, Eski Ağalar Nicoldu, Seni Seven Sevmesini Bilmemiş gibi türküleri tekrar tekrar söyleyip kayda aldılar.

Sonraki yıllarda, köylerde makineleşme ve kente göç arttıkça gurbatlar da artık pek görülmez olmuştu muhitimizde. 1990’lı yılların ortalarına doğru artık ne sarata ne kalbura ne de elle elemeye ihtiyaç kalmıştı. Selektör denen makineler tahılları gayet iyi ayıklıyordu. Üstelik deriden yapılma elekler yerine metal veya plastik elekler çıkmış, insanlar şehirlerden ucuza satın alabildikleri bu tür sarat ve kalburları tercih etmeye başlamıştı. İşinin ehli gurbatların ayağı iyice köylerden kesilmeye yüz tuttu. Arada dilenmek için gelenler dışında, köylerde gurbatların eski zanaatkârlar olduğunu hatırlayan bile pek kalmadı sonradan.

Seneler sonra bir ikindi vakti, dedemin odasının şark tarafındaki gölgede yakın akraba çay içerken bir sepetli motosiklet çıkagelmişti köyümüze. Her tarafı toza bulanmış ve yüzündeki ter damlaları hemen görülen, kara kuru, anca otuzlu yaşlarında olan biri kullanıyordu motosikleti. Yalnız gelmişti. Kılık kıyafet ve görüntüsü köyün abdallarını andırıyordu. Motosikletini susturur susturmaz, hiç de buralara yabancı biriymiş gibi davranmadan, araçtan indi ve kalabalığa yöneldi.
“Esselamü Aleyküm, ben gurbat Çamır.” demesiyle birden herkes yerinden hafif bir kımıldadı ve yüzlerde bir gülümseme peydahlandı aniden. Yıllar olmuştu gurbat Heyro ve ailesinden birilerini buralarda görmeyeli, hemen Çamır’a buyur edildi, bir kürsü uzatıldı, su ve çay ikram edildi. Zamanında az içilmemişti Çamır’ın o ortut ateşiyle çadırlarının etrafında demlediği çaylardan. Hâl hatır soruldu, bunca vakit nerede oldukları, ne yaptıkları konuşuldu. Yıllar önce ailecek Adana’ya gitmişler pamukta çalışmaya, uzun süre orada kalmışlar, sonra diğer akrabalarının da yaşadığı Urfa’ya göçmüşler. Heyro ve ailesi hâlâ Urfa’da yaşıyormuş. Fakat Heyro pek iyi değilmiş şimdi, aslında o da gelmeyi çok istermiş ama gelebilecek durumda değilmiş. Yalnız Heyro, hem uykusunda hem de kimi zaman gün ortasında bir şeyleri sayıklayıp duruyormuş. “Eyi çıkmış mı ses, eyi çıkmış mı?” diye tekrarlayıp duruyormuş. Bir müddet bunun ne demek olduğunu anlayamamışlar ailecek. Heyro doğru düzgün bir cevap vermemiş. Heyro’nun uzun bir hastalık nöbeti akabinde, kendini kısmen iyi hissettiği bir zamanda konuyu açtıklarında, uzun uzun düşünen Heyro, dedemin köy odasında türkü kaydettikleri o malum geceyi anlatmış ve “herhâlde o” demiş bu mevzu için. Sonra da “Keşke o kaset elime geçse!” diye içerlemiş. Bu konuşmadan kısa süre sonra Heyro, artık hiç eski bilinçli hâline dönmemiş, hep dalıp dalıp gidiyormuş. Etrafında olup bitenlere hiç kulak asmıyor, bir şeyi umursamıyor, sürekli derin düşüncelere dalıyormuş. Yalnızca arada bir,
– Eyi çıkmış mı ses, eyi çıkmış mı? diye sayıklamaya devam ediyormuş.
Çamır’ın tüm bu anlattıkları hepimizin hüzünlenmesine neden olmuştu. En çok da babam üzülmüş ve şaşırmış görünüyordu. Uzun yıllar olmuştu, o kaseti güya iyi saklayın diye tembihlemişti evdekileri o zamanlar ama kendisi dahi unutmuştu şimdi. Epeydir, ne dinleyen ne de sözünü eden olmuştu bu kasetin. Yine de bir hışımla eve gitti babam. O gece, Çamır’ı bırakmadık, dedemin odasında yattı. Gece uzun uzun hem geçmişte köyde olup bitenlerden hem de gurbat Heyro ve ailesinin yaşadıklarından bahsedildi. Çamır, Urfa’da inşaatlarda çalışıyormuş, iş durumundan pek memnun değilmiş, babasının durumu biraz netleşse İstanbul’a çalışmaya gidecekmiş. Uzun uzun hem kendi yaşadıklarından hem de gelecek planlarından söz etti. Belki babası Heyro kadar olmasa da Çamır hoşsohbet biriydi, hazır dinleyenleri bulunca büyük bir heyecanla gelmişten geçmişten, gelecekten meseleleri, hatıraları bir bir anlatıp durdu gece boyunca.

Ailecek evin altını üstüne getirdik, o gün, gece ve öbür gün. Eski kerpiç evde, yeni briket evde, ocaklıkta, ambarda, garajda bakmadığımız yer kalmadı. Üzerinde hiçbir etiket olmayan o beyaz renkli kaseti maalesef bulamadık. Sanki sır olup gitmişti. Babam çok hayıflandı kasetin kayboluşuna, aslında herkes üzülmüştü o güzel hatıratın bulunamayışına. Keşke daha sağlam ve emin bir yere konulsaydı diye çok konuşuldu ama bir türlü ulaşılamadı o kasete. 

Sonraki gün öğleye doğru Çamır, kayıklı motosikletine anamın verdiği, tahıl, hodar (sebze) ve ağaranları (süt ürünleri) yerleştirip Urfa’ya doğru yola çıkmak üzereydi. Yıllar sonra bir eski dostun oğlunun çıkıp gelmesi ve geçmişi beraber yâd etmek herkesin hoşuna gitmişti. Lakin Çamır’ın asıl gelme nedeni olan o kasetin kaybolmuş olması herkesin içinin bir nebze buruklaşmasına sebebiyet vermişti. Yine de ağızlardan, “sağlık olsun” temennisi eksik olmuyor, belki bulunur ümidi dile getiriliyordu. Çamır giderken herkes gurbat Heyro’ya çok selam söylüyor ve samimi şekilde acil şifalar diliyordu. Sonradan Heyro ve Çamır’a ne olduğunu bilmiyorum. Fakat hâlâ bizim köydeki eski yeni mekânların içinde dolaşırken gözüm sürekli eski bir beyaz teyp kaseti arar, gözüme ilişen açık renkli herhangi bir plastik eşya parçası için ister istemez, “Acaba bu o mu?” diye içimden geçiririm."

27 Ocak 2021

Dr. Göksel Tiryaki'nin Barak Kitapları

30 yıldan fazla bir birikimle, kendi tecrübelerimle ve kurgularımla yazdığım hikâyelerle Barak’ın tarihini, kültürünü, geçmişini, bugününü ve satır aralarında yarınına dair öngörülerimi anlatmaya çalıştığım eserlerim bunlar. Aslında bu kitaplar, Anadolu bozkırına ve insanına ilişkin bir anlatı olarak da görülebilir. 

Bütün kitaplar bu linkte, çoğu internet üzerinden hemen ve bedava okunabilir.

17 Aralık 2020

Anamın "İnovasyonu" (Yenilikçi Buluşu)

Burada şebellâhın (kapari) muhtelif hikâyelerini anlattım. Anam, sağ olsun, her yıl turşusunu yapar gönderir maşallah. Normalde kaparinin zarif beyaz çiçeklerini açmamış küçük tomurcukları turşu ve sair amaçlar için kullanılır. Anam, bu sene şeballâhın küçük yumru meyvelerini de atmış kavanoza. Açıkçası sonuç karşısında bir hayli şaşırdım. Kaparinin yumru meyve turşusu tomurcuklarından kurulanı geçmiş gibi geldi bana. Anamın yıllardır sürdürdüğü ve farklı bitki ürünlerine dayalı lezzet arayışı da sanırım yeni bir merhaleye ulaşmış oldu böylece...

29 Eylül 2020

Arada Kalmış Yaşamlar, Hikâyeler


Yeni ve doğrudan Barak'a dair yazdığım muhtemelen son kitap olacak. Kitabın "Ön Söz"ü aşağıda, neyi içerdiği kabaca orada yazılı, merak edenler okuyabilir. Önceki üç kitapta bana göre fazla dokunulmayan mevzulara, yine belirli bir bağlamda değinmeye çalıştım. Bu kitapta 15 yeni öykü var. Önceki kitaplardaki 25 öykü ile birlikte Barak'ı anlattığım 40 hikâyelik bir demet oldu neticede. 

İlgilenmem ve belki de yazman gereken başka konular ve alanlar var. Onun için muhtemelen son kitap dedim. Barak'a dair yazdıklarım elbet bu 40 hikâyeden ibaret değil, bir kısmını burada gördüğünüz farklı çalışmalarım da var, fena bir arşiv oluşmadı sonuçta, en azından bir şeyleri tarihe not düşmüş olduk böylece... Hayırlısı diyelim...

Ön söz

İnsan, ömrü boyunca sayısız ikilem arasında kalır ve tüm bu ikilemler arasında meşrebince bir hayat sürer. Beşeriyetin dünya serüveni; iyilik-kötülük, varlık-yokluk, yeni-eski, doğru-yanlış, cimrilik-cömertlik, gerçek-yalan, güçlük-kolaylık, zenginlik-fakirlik, şüphe-inanç, güven-korku, yakın-uzak, sevgi-nefret, güzellik-çirkinlik, zalimlik-merhamet gibi nice tezattan birinin veya birkaçının ucunda, ortasında, bir kenarında, bir tarafında, belki de bazısının girdabında öylece akıp gitmektedir. Sonuçta bir yönüyle insan, ikilemler arasında kalmış bir varlıktır.

Bu kitaptaki her bir öykü, daha çok arada kalmış veya öylece yaşanmış, kimisi yitip gitmiş hayatların temsilî geçidi gibidir. Bahis konusu edilen kişi ve olaylar kurmaca olmakla birlikte, yine Barak Ovası’ndan çıkmış, oradan veya orada geçmektedir. Her zaman olduğu gibi tüm mevzumuz, yine insana ve onun bu âlemdeki fâni yolculuğundan, muhtelif kısa kesitlere dairdir. “Arada kalmak”; âdeta ortak bir yazgı gibi özellikle bu toprakların dört bir yanında sanki bir heyulaymışçasına çok uzun zamandan beri dolanıp durmaktadır. Çare, açık bir yol ve istikamet bulmak ama onlar da hiç kolay değil kuşkusuz. Toplum ve bireyler olarak “arada kalmak” konusu ile daha çok uğraşacakmışız gibi geliyor bana. Umarım, en kısa sürede, ülkemiz ve insanımız için sağlam ve düzgün yollardan sıhhatli ve tutarlı bir yöne ve hedeflere gidebiliriz. Çok ihtiyacımız var bunlara. Arada kaldıkça, çokça zaman, emek ve birer birer değerli hayatları heba ediyoruz maalesef. Oysa bunlar, hiç ziyan edilmemesi gereken kıymetli değer ve varlıklarımızdır.

İşte “Dertli Mâmet”, “Efendi” torunu “Hüsnü Mir”, aşiret reisi “Kelağa” ve Barak dilberi “Özov”, sözünü ettiğimiz arada kalmışlığın birer timsali gibidir. Bozkır bilgesi “Mırrey”, traktör tutkunu “Hıdov” ve “Tütüncü Cumov” da farklı yönlerden arada bir yerde durmaktadır. Söz, Barak’tan açıldığında, hep arada kalmış “gurbatlar”ı anmamak olmazdı. Hazır “Gurbat Heyro”nun hikâyesini kaleme almışken arada bir yerlerde yitip giden “cıva gibi” bir adam olan bitirim şahsiyet “Cardın Fayat”a değinmemek olanaksızdı. Yine arada bir yerlerde duran cevval “Çilov”u, Antep direnişi kahramanı “Zöhre Bacı”yı, bahtsız “Döne Gelin”i, keyif sahibi biçare “Zennür”ü, kabiliyetli ve dirayetli “Fattum”u, ayyaş “Hacı”yı ve onlarla birlikte daha nicelerini es geçmek ne mümkündü. Bütün bu kurmaca kişilerin dünyasında ve hikâyelerin satırlarında, hemen hepimizin arada kalmışlığından belli belirsiz izler bulunmaktadır.

İnsan, biraz da anlık bir varlık sanırım. Bundan olacak, insanlar genelde başkalarını son hâllerine bakarak veya en son gördükleri gibi tanımak, bilmek veya kabul etmek isterler. Oysa herkesi ve her şeyi, bizatihi kendisi yapan bir evveliyatı vardır. Çoğu zaman umursanmayan, kale alınmayan ve zamanında pek de ilgilenilmeyen bir öncesi…

“Kısa Kısa Kesitler” bölümünde ise daha önce muhtelif platformlarda tarihe düşülen birkaç mühim not, meraklı dimağlara ve dikkatlere sunulan genel çerçeveye uygun bazı mevzular, kısa hikâyeler, manzum eserler ve ince ayrıntılar yer almaktadır. Bu arada, diğer eserlerimizde olduğu gibi bu kitaptaki bütün kişiler ve olaylar da tamamıyla hayal ürünü olup gerçek kişi ve olayları hiçbir şekilde yansıtmamaktadır.
Dr. Göksel Tiryaki
Kasım 2019, Beşiktaş.
Dr. Göksel Tiryaki

28 Eylül 2020

Anadolulu


Mikail Tiryaki’ye… 
Ana doluyum ben,
Her parçam ayrı bir anadan
Her zerrem apayrı bir kökten, ahenkten…
En eski ortak şarkısıyım insanlık belleğinin,
En kadim yuvası, yurdu medeniyetin…
Eskitemediler hiçbir tarafımı bağrımı ezenler, sinemi delip geçenler
Eksilmediler dört bir yanımı oyan, budayan ve hevesleri hiç bitmeyen sergüzeştçiler
Her şeye rağmen kaldım yarına, sonraya bir nadide muştu gibi,
Tükenmez bir bakiyecesine…

İçinden çıktığım, sonra içimden çıkan toprağım, yalnız barınağım değildi,
Asıl ruhumun huzura erdiği mevki, makamdı oraları…
Oysa gönlümün coştuğu asıl diyar,
Gözümün kamaştığı uzak ufukta yatar ıpıssız, bir başına…
Seslendim, aradım taradım cihanı, bütün bedbahtlar çıksın istedim
Paylaşsınlar içlerindeki uslanmaz, dinmez yaraları, derinlerdeki ipince çaresiz sızıları,
Onca kara günlü ana doluyken
Ne içlerindekini ne derinlerdekini belli ettiler…
Sade, hoş bir seda bıraktılar kızıl kara toprağına sahipsiz bağrımın,
Daha yetişsin nice cevherler mümbit Anadolu’mda diye…
Çilekeş ama vefalı analarımın, yarından daha umutlu birer nişanesi olarak
Anadolulusu kalarak…

22.07.2019, Beşiktaş.

11 Temmuz 2020

Barak İsmi Hakkında Rivayetler

Gaziantep Üniversitesi'nde 2010 yılında kabul edilmiş ve Levent Başarkanoğlu'na ait Nizip Efsaneleri isimli Yüksek Lisans Tezi'nde yöremize ilişkin ilginç bazı anekdotlar yer almaktadır. Söylencelerden bir kısmı Barak isminin kökenine ilişkindir, ilgili sayfalara aşağıda yer verilmiştir.
Barak Adı
Barak Söylenceleri
Barak İsmi

08 Temmuz 2020

Şebellah (Kapari) Kırmak


O zarif ve güzel beyaz çiçeğine, çarpıcı kokusuna, faydalı tomurcuk ve içi kıpkırmızı yumru meyvesine rağmen şebellah (kapari) bitkisi antep fıstığı üreticisinin tam bir baş belasıdır. Belki o boyuttaki bitkiler arasında öyle sağlam köklü başka bir bodur bitki de yoktur yöremizde. Kök dediğime bakmayın tabiî, resmen kütük gibidir yetişkin bir şebellahın kökü. Kıraç toprakların bu davetsiz süsü, düştüğü yeri terk etmeyen inatçı mı inatçı ve dikenlidir. Küçücük, sapsarı ve kancayı andıran sert dikenleri yanından geçen hiçbir kumaş parçasına asılmadan duramaz mesela. Hiç öyle fazla suya yağmura ihtiyaç duymaz şebellah, neredeyse çölde dahi biter, o denli sağlam ve dayanıklıdır. İşte Haziran ve Temmuz ayları, Barak Ovası’nda bu bitkinin en gür zamanlarıdır. Özellikle bakımsız arazi ve bahçeleri öyle bir dalar ki; bu tür tarlalarda sarı kancalarına takılmadan yürüyebilmek imkânsız gibidir. Bu yüzden iyi ve özenli ziraatçiler hiç hoşlanmaz ondan, daha baharın ilk aylarından itibaren görülen her yerde hemen boynu vurulur ki fazla bela olmadan erkenden önü kesilebilsin. Ancak şebellah, bereketli Barak Ovası’nda öyle çok ve olmadık noktalarda dahi filizlenir ki şaşmamak elde değil. Bilhassa verimli ve yetişkin antep fıstığı ağaçlarının gölgesinde. Bu tür ağaçların altına traktör ve pulluk fazla yanaşamadığından şebellah kökleri genelde gönüllerince yaşar bu gölgelerde. Köklerini çıkarmak zor olduğundan üretici daha çok yeşil kısmını bir kazma veya bukçu (testere) yardımıyla kökünden kesmekle yetinir. Dolayısıyla her yıl filizlenip durur bu inatçı bitki, özellikle antep fıstığı ağaçlarının gövdesine yakın yerlerde. Elbette çiftçiler açısından güçlü köküyle hem ağacın hâzınını, yani nemini, paylaştığı hem de hasat zamanı ağaçların altında çalışanlara âdeta kâbus yaşattığı için ciddi bir hasımdır kendisi. İyi bir üretici için tez zamanda arazideki bütün şebellah kökleri bulunmalı ve bu azılı çalı temizlenmelidir. En azından yeşil kısımları kazmayla kırılıp fıstık ağaçlarından bir an önce uzaklaştırılmalıdır.

Velhasıl Babam da yaman bir şeballah kökü avcısıydı. Bazen onların sadece yeşil kısmıyla da yetinirdi ama şebellahların iyice kökünü söküp çıkarmak için kan ter içinde mücadele ettiğine sayısız kez tanık olmuşumdur. Sanki kimi zaman onlarla bir çeşit harp içindeydi. Özellikle ağaç altındaki kökleri çıkarmak için çok yoğun çaba harcardı. Haksız değildi elbette. Aslında yabani otların çoğuyla hep mücadele halindeydi. Pıtrak ve şebellah ise hiç tahammül edemediği ve hiç hazzetmediği dikenli bitkilerdendi.

Dedemin daha yeni vefat ettiği dönemde, ailede herkesin malı mülkü daha tam belli olmamışken bir yıl ‘Haraba’ diye bilinen ve civarda eski uygarlıkların izlerine ve kalıntılarına rastlanan bir mevkiide, beş altı dönümlük bir fıstıklık bize düşmüştü. Kül rengindeki bu kavruk toprak sanki şebellahların en favori yeriydi. Oradaki fıstık bahçesi genelde boydan boya şebellahlara bürünürdü. Gerçi hiç çok verimli bir bahçe olmamıştı orası ama fıstıklığın o hâli Babamı öyle bir rahatsız etmiş ki bir yaz sabahı! Başka tarladaki işini bitirip ev yolunda yanından geçerken o fıstıklığın dehşetli şebellah manzarasını fark edince, traktörü derhâl durduğu gibi bir başına kazmasıyla araziye girişmiş. Ta sabahın köründen beri çalışmaktan kaynaklı onca yorgunluğuna ve yazın o kavurucu kuşluk sıcağına karşın neredeyse bahçenin yarısını bir başına temizlemiş. Bir müddet sonra takati kesilince mecburen apar topar köye gelmişti, terden ve yorgunluktan bitap düşmüştü, vakti ve sıcağı umursamadan bu sefer Mahmut ağabeyimle beni yollamıştı oraya, tahammülü kalmamıştı artık, geride kalan son fıstık ağacı düşmanlarının da çarçabuk kökü kazınmalıydı.

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...