Seydimen’in güneybatı ucunda, köyün yetişkin erkeklerinin bir
araya geldiği, Y. Ağa'nın odası denen, bir giriş ve genişçe bir salondan
müteşekkil yapının giriş kısmında, ocaktaki acı kahvenin kokusu ortalığa
buram buram yayılıyordu sabahın erken vakti. Bir yandan ocakta ağır ağır
olgunlaşan bu acı kahve beklenirken, bir yandan ağızlarda yanan cıgara kâğıdına
sarılı kaçak tütünün yoğun dumanı, neredeyse göz gözü görmeyecek biçimde odanın
giriş kısmına dağılmıştı. İçeridekiler için gayet olağan olan bu görüntü,
ortama yabancı olanları ilk girdiklerinde sersemletecek kadar ağır bir havaydı
aslında. İçeriye istenilen şeyleri, bazen dışarıdan getiren çocukların, buraya
girip çıktıktan sonra dumandan etkilenip hafif sendeleyerek yürümeleri, arada
karşılaşılan durumlardandı o zamanlar. Bu çorak bozkırda o dönem, sabahın erken
vakti acı kahve veya bulunabilirse çay eşliğinde kaçak tütün öyle böyle bir
alışkanlık değildi. Ölçü bir iki cıgara kâğıdı sarımı değil, ceplerde taşınan ve
tabaka denilen tütün kaplarındaki tütünün bitmesiydi. Kimse içilen cıgara
âdetine bakmaz, tabakasındaki tütün miktarına göre hareket ederdi. Tütün, kendi
tabakasında bitti veya az kaldıysa bir başkasının tabakasına uzanırdı. Bir kişi
de, eğer tabakasını masa veya başka açık bir yerde tutuyorsa, kimse o tabakaya
uzanmak için izin bile istemezdi sahibinden doğru düzgün. Ortalığa bırakılmış
tütün tabakası, sanki herkesin kullanımına açık demekti. Hâliyle, bir nevi
umuma açık ve karşılıksız kahve işletmesi gibi olan bu odalar, kaçak tütünlerin
sıradan bir şeymiş gibi habire sarılıp içildiği mekânlardı.
O zamanlarda çay ve kahve tütünden daha kıymetliydi. Tütün,
Anadolu’nun yakın kısımlarında, her ne kadar izne tabi de olsa, daha çok
üretildiğinden Barak Ovası’ndakiler için ulaşması nispeten daha kolaydı. Kahve,
sıklıkla Halep’ten getirilen ve herkeste bulunmayan özel bir içecekti. Çay ise
kolay bulunmazdı. Bu nedenle, hayatını yıllardır Y. Ağa’nın bu odasında geçiren
Hafız, hiçbir kahve tanesini dahi ziyan etmeden çok itinalı bir şekilde yeşil
kahve çekirdeklerini kavurur ve sonra dibekte dikkatle döverdi. Gerçi bu işleri
daha önce yapmıştı, şimdi, esasen dünden sabırla pişirilmiş kahvenin biraz
ısıtılma süreci yaşanıyordu. Acı kahveyi damıtarak pişirme serüveni o kadar
kolay ve basit değildi. Acı kahveyi, farklı büyüklükteki cezvelerde birbirlerine
aktararak yavaş yavaş dikkatle köz veya ocak üstünde pişirmek uzmanlık
istiyordu. İşte yıllardır herkesin uğrak yeri bu odayı kendine mesken
tutmuş Hafız, zamanla acı kahve pişirmenin iyi bir ustası olmuştu. Onun kahvesi
köyde iyice meşhur olduğundan, epeydir her sabah köyün ileri gelenleri
gözlerini açtıktan sonra soluğu Y. Ağa’nın odasında alırdı. Hafız da, bu durumu
kanıksamış olacak ki, her sabah ilk iş kahve cezvelerini yoklar ve duruma göre
mangalın veya ocağın ateşini yakardı.
Hafız, yaşı artık kemale ermiş, çok güngörmüş, tabaat sahibi,
nüktedan, muzip ve garip bir adamdı. Bundan yaklaşık 15 sene önce bir öğleden
sonra ansızın çıkıp gelmişti Y. Ağa’nın odasının yanına. Köyün en güney
ucundaki yerlerden biri olduğu için, bu oda, Suriye ve komşu ‘emmioğlu’ Nohu
köyü tarafından gelenleri ilk karşılayan binaydı Seydimen’de. O gün, yaya
olarak uzun mesafe kat eden Hafız, susuzluktan damağı kurumuş ve nefes nefese
odanın yanındaki büyük dut ağacının gölgesinde oturanların yanına kendini zor
atmıştı. Niyeti, suyunu içip biraz soluklanıp Antep’e doğru bir vasıta bulmak
ümidiyle yoluna devam etmekti. Ancak Hafız için Seydimen’e geliş o geliş
olmuştu.
"Ağanın yeri yüksek
Kurulmuş dut gölgesine,
Seyreder âlemi,
Garibin yolu uzun, suyu yok
Kuru damağını ıslatmak ister."
Hafız, daha selam dahi vermeden hemen oracıkta düzdüğü bu sözler
oturanların hiç beklemediği bir şeydi. Aslında giysileri çok eski ve düzensiz
olmayan, fakat üstü başı toz içinde, yorgun ve terden yüzü gözü ıslanmış bu
adamın, su veya soluklanmak için yaklaştığı belliydi ama bu girizgâh, zaten
muhabbet düşkünü Y. Ağa'nın da hoşuna gitmişti.
"Hey babanın gülü, suyumuz çok, yerimiz geniş, selamsız bile
olsa misafire gönlümüz de soframız da açık" dedi hemen Y. Ağa.
Hafız, bu hazır cevaptan gayet memnun şekilde yorgunluğuna rağmen hemen selamını verdi, hazirûn da aldı. Hafız'a ağacın
gölgesindeki satıl denen ahşap su kovasından koca bir tasla su ikram edildi. Bu
arada Y. Ağa: "Nereden gelir, nereye gidersin Garip?" diye sordu.
Hafız, Suriye'den geldiğini Allah nereyi nasip ederse oraya gideceğini söyledi.
Y. Ağa, "Yolun uzun, sonu belli değil, otur hele" dedi Hafız'a.
Hafız'ın tam olarak nereli olduğunu kimse öğrenemedi hiçbir zaman.
Soranlara, memleketi olarak hep "Suriye" derdi ama daha fazla detaya
girdiğine kimse şahit olmamıştı. Bazıları tüm bu gizemden hareketle, 'namus
meselesi' derdi Hafız'ın bu memleket belirsizliğinin sebebi olarak. Bu durum kanıksandı,
kimse de fazla kurcalamazdı Hafız'ın geçmişini, o da anlatmazdı keza. Ama
geçmişine dair tüm bu muğlaklığa inat, sanki adının hakkını verir gibi Hafız'da
güçlü bir hafıza, ezber yeteneği ve sözlü anlatım meziyeti vardı. Barak
Türkmenleri'nin neredeyse tüm destansı hikâyelerini, meselelerini, ağıtlarını,
türkülerini bilir, sanki onları yaşamış, birebir görmüş gibi anlatır ve
söylerdi. Hâliyle o dut ağacının altında, geldiği ilk gün, bu konular da, her
zamanki gibi, çok çabuk açıldı. Hafız'ın, Barakların geçmişine dair bildikleri
ve anlatma kabiliyeti hazırda olanların hemen dikkati çekti. Herkes, büyük bir
hayret ve şaşkınlıkla, Hafız'ın bu mevzulara hâkimiyetini ilgiyle dinliyordu. Zaman
çabuk ilerlemiş ve güneş batmaya yüz tutmuştu. Böyle bir vakitte, Barakeli'nde
hiçbir ağanın mekânından kimse gönderilmezdi. Nitekim öyle de oldu.
Hafız'ın muhabbetine bir hayli ısınan Y. Ağa, Hafız'ın bir ara gitmeye
yeltenmesini fark edince, "Hiç kımıldama, ayıp" dedi. Barak kültürünü
çok iyi bilen Hafız, bunun anlamını biliyordu. Misafir edilecekti. Esasında
Hafız da, Y. Ağa ve çevresindekilere yakınlık hissetmiş, bu insanların hayata
bakışından hoşnutluk duymuş ve ortama hemen alışmıştı. Gidecek bir yeri ve
varacak bir hedefi olmayan Hafız, o gece diye konaklayacağı Y. Ağa'nın bu
misafir odasına, içinde birkaç parça şahsi eşyası olan çıkını ile bundan böyle
adam akıllı yerleşip kalacaktı.
Barak'da, oda denen ve ağanın evinin yakınında yapılan, giriş ve
genişçe bir odadan müteşekkil bu iki gözlü yapılar, ağanın gece hariç vaktinin
büyük kısmını geçirdiği yerlerdi. Sabahtan yatsıya kadar ağa, yetişkin erkek
yakınları, çalışanları ve şendik denen erkek misafirleri bu odanın içinde veya
gölgesinde vakit geçirirdi. Yatıya kalan erkek misafirler de, geceyi bu
odalarda geçirirdi. Kendine ait bir tuvaleti de olan bu odalar, sahibinin
ailesinin ikâmet ettiği evden bütünüyle bağı kopmuş binalardır. Yalnızca,
misafirlere yemek ve sair ikramlar evden getirilirdi. Velhasıl, misafirlerin
yatıya kalacağı bir yer olarak tasarlanan Y. Ağa'nın bu odası, artık Hafız'ın
da evi gibi olmuştu.
İşte bu mekânın giriş kısmında Hafız, şimdi, büyük oranda dün
hazırladığı acı kahveyi yavaş yavaş ısıtmakla meşguldü. Y. Ağa, köydeki tüm
kardeşleri ve her zamanki ekip hazır olunca, kahve vaktinin geldiğini ima eder
gibi: "Oldu mu Hafız?" diyerek kahve cezvesini işaret etti. Hafız,
öyle olmasa da, sanki bu talimatı bekliyormuş gibi, hemen Y. Ağa'nın büyük
ağabeyinden başlayarak, güzel desenli ve kulpsuz kahve fincanları ile odada
hazır bulunanlara birer, isteyene ikişer defa acı kahve servis etti. Bu kahve
ikramı, ortamdaki kahve kokusunu biraz daha artırdı ve sigara dumanının o ağır
havasını bir nebze dindirdi. Hafız'ın kahve servisi tam bitirmişti ki,
dışarıdan;
"Sâdın, Sâdın, Sâdın" şeklinde bir bağırtı duyuldu.
Hafız, böyle bir anı beklermiş gibi, "Yeri ağam yeri, seninki
hazır üçüncü de durmuşken çık istersen, sabah sabah acı kulağımız biraz pas
tutsun!" diyerek Sâdın Emmi'ye hafiften takıldı. Köyün mülk sahibi
olmayan fakirlerinden olan Sâdın Emmi, durumu hemen anladı. Ortamdakilere fazla
rahatsızlık vermemek için, çok da gönüllü olmayan bir edayla, "Tehov,
tehov" diyerek, sol elinde cıgarası ve sağ elini memnuniyetsizliğini
sergilercesine sallayarak, içeridekilerin gülümser vaziyette bakışları arasında kapıdan
çıktı.
Çağıran Hâtın'dı. Sâdın Emmi'nin zevcesi. Hafız'ın da dikkat
çektiği şey, Hâtın'ın Sâdın Emmi'yi çağırma sıklığı ve biçimiydi. Köyde,
Hâtın'ın mütemadiyen Sâdın Emmi'yi bağırarak çağırmasını duymayan kalmamıştı
herhâlde. Artık alışkanlıktan mı yoksa başka bir nedenden midir, bilinmez,
Hâtın, Sâdın Emmi'yi, hep böyle bağırarak ve sürekli ismini tekrarlayarak,
amacına ulaşana, sesini ona işitene kadar çağırırdı. Sâdın Emmi de, sanki
kasıtlı şekilde, cevap vermek için bir süre beklerdi. Bu arada zavallı Hâtın
nefesi kesilene kadar bağırıp dururdu. Bugün de, Hâtın, sabah erkenden, Y.
Ağa'nın odasının hemen ilerisinde, köyün en Güneybatı kısmında yer alan
topraklığa, çamur yapmak için toprak almaya gelmişti. O zamanlar Barakeli'nde,
her köyün topraklık denen ortak bir yeri olurdu. Kerpiç evlerin her yıl
özellikle kış koşulları için bakımının yapılması gerekirdi. Bunun için
özellikle boz denen beyaz toprak aranırdı. Beyaz toprak ve onu güçlendirmek
için içerisine katılan samanla yapılan çamur ile kerpiç duvarlar, başta sıvası
dökülen yerler olmak üzere, elden geçirilirdi. Böylelikle kışın yağışlarla
gelen suların sıvaların arasından sızarak kerpiç duvarlara zarar vermesi
engellenmeye çalışılırdı. Hâtın da, yaklaşan kışa hazırlık kabilinden, fırsat
bulduğu bu günde topraklığa el arası ve birkaç çuvalla gelmiş ve epey bir
toprağı eleyip çamur yapmaya hazır hâle getirmişti. Ancak yerden kazıp eleyerek
çuvalladığı toprakları zar zor el arabasına yüklemekle birlikte, el arabasını
kolayca itememişti. Toprak yüklü el arabasını, topraklıktan Y. Ağa'nın odasının
yakınına getirene kadar kan ter içinde kalmış, sonra el arabasını bırakarak
Sâdın Emmi'yi çağırmaya karar vermişti.
Sabah güneşi yükseldikçe odadaki kalabalık da birer birer ayrılıyordu. Ancak hâlâ birkaç kişi sessiz şekilde bekleyişini sürdürüyordu. Kimseye takılmadan fazla duramayan Hafız, bu sefer köyün bir başka garibine sardırmaya karar verdi. Sabah, odaya herkesten önce gelen Zennüp Hüseyin, köşede dalgın gözlerle kapıya bakıyordu. Ne kimseyi dinler ne de bir şeyle alakadar olur gibi bir hâli vardı. Hafız, "Ne o Hüseyin, Hacov'a su götürmüyor musun bugün? Bak davar birazdan tuza gelecek, bir an önce git suyunu al, kuyuda su biriksin, davarı susuz bırakma şu sıcakta!" diyerek muzip bir şekilde gülüyordu. Hacov, Zennüp Hüseyin'in üç yıl önce veremden vefat etmiş eşiydi. Hacov'un ölümünden sonra köy, eşine az rastlanır bir olaya tanıklık etti. Başka bir akrabası ve çocuğu olmayan Zennüp Hüseyin ölen hanımının toprak mezarına öyle bir ilgi gösterdi ki, herkes şaşırmıştı. Sonradan mermer veya başka bir taş işçiliği yapılmasa da, o zamanlar köyde mezarlara pek yaptırılmazdı bu tür işler, Hacov'un toprak mezarı çok muntazam şekilde düzgündü. Mezarlık kıraç bir yer olmasına rağmen mezarın üzerindeki toprak yükseltideki tüm taşları seçmiş ve tertemiz yapmıştı Zennüp Hüseyin. Çorak ve kupkuru görünümlü mezarlıkta, Hacov'un başucuna cins bir dut ağacı dikmişti. Bugün bile mezarlıkta az sayıda olan nispeten iyi durumdaki ağaçlardan biri, Zennüp Hüseyin diktiği bu dut ağacıdır. Mezarın üzerindeki toprak yığına da çeşit çeşit çiçek ve bitki ekmişti. Zennüp Hüseyin, bu ağaç ve bitkilere özenli bakımını hiç aksatmadan üç yıldır sürdürüyordu. Yazın o sıcağında elinde bidonlarla, mezarın ağaç ve çiçeklerini sulamak için Zennüp Hüseyin'in su taşıdığını köyde görmeyen kalmamıştı. Artık bir vefa duygusunun tecellisi mi yoksa başka bir sebepten mi, bu yaşta bir adamın ölmüş hanımının mezarına böyle itina göstermesi pek alışıldık bir durum değildi köyde. İşte Hafız, şakayla karışık bu durumu ima ediyordu kendince. Hafız'ı iyi bilen Zennüp Hüseyin, önce çok oralı olmadı ama kalkıp da kapıya doğru yönelirken, "İşine bak yorum, sen işine bak!" dedi ve sonra da ilave etti: “Hacov'un hiç olmazsa mezarına bakan biri var, senin o da olmayacak zavallı!" diye yarı ciddi yarı şaka lafını ederek kapıdan çıktı.
Sabah güneşi yükseldikçe odadaki kalabalık da birer birer ayrılıyordu. Ancak hâlâ birkaç kişi sessiz şekilde bekleyişini sürdürüyordu. Kimseye takılmadan fazla duramayan Hafız, bu sefer köyün bir başka garibine sardırmaya karar verdi. Sabah, odaya herkesten önce gelen Zennüp Hüseyin, köşede dalgın gözlerle kapıya bakıyordu. Ne kimseyi dinler ne de bir şeyle alakadar olur gibi bir hâli vardı. Hafız, "Ne o Hüseyin, Hacov'a su götürmüyor musun bugün? Bak davar birazdan tuza gelecek, bir an önce git suyunu al, kuyuda su biriksin, davarı susuz bırakma şu sıcakta!" diyerek muzip bir şekilde gülüyordu. Hacov, Zennüp Hüseyin'in üç yıl önce veremden vefat etmiş eşiydi. Hacov'un ölümünden sonra köy, eşine az rastlanır bir olaya tanıklık etti. Başka bir akrabası ve çocuğu olmayan Zennüp Hüseyin ölen hanımının toprak mezarına öyle bir ilgi gösterdi ki, herkes şaşırmıştı. Sonradan mermer veya başka bir taş işçiliği yapılmasa da, o zamanlar köyde mezarlara pek yaptırılmazdı bu tür işler, Hacov'un toprak mezarı çok muntazam şekilde düzgündü. Mezarlık kıraç bir yer olmasına rağmen mezarın üzerindeki toprak yükseltideki tüm taşları seçmiş ve tertemiz yapmıştı Zennüp Hüseyin. Çorak ve kupkuru görünümlü mezarlıkta, Hacov'un başucuna cins bir dut ağacı dikmişti. Bugün bile mezarlıkta az sayıda olan nispeten iyi durumdaki ağaçlardan biri, Zennüp Hüseyin diktiği bu dut ağacıdır. Mezarın üzerindeki toprak yığına da çeşit çeşit çiçek ve bitki ekmişti. Zennüp Hüseyin, bu ağaç ve bitkilere özenli bakımını hiç aksatmadan üç yıldır sürdürüyordu. Yazın o sıcağında elinde bidonlarla, mezarın ağaç ve çiçeklerini sulamak için Zennüp Hüseyin'in su taşıdığını köyde görmeyen kalmamıştı. Artık bir vefa duygusunun tecellisi mi yoksa başka bir sebepten mi, bu yaşta bir adamın ölmüş hanımının mezarına böyle itina göstermesi pek alışıldık bir durum değildi köyde. İşte Hafız, şakayla karışık bu durumu ima ediyordu kendince. Hafız'ı iyi bilen Zennüp Hüseyin, önce çok oralı olmadı ama kalkıp da kapıya doğru yönelirken, "İşine bak yorum, sen işine bak!" dedi ve sonra da ilave etti: “Hacov'un hiç olmazsa mezarına bakan biri var, senin o da olmayacak zavallı!" diye yarı ciddi yarı şaka lafını ederek kapıdan çıktı.
Doğrusu Hafız, kendisi ne kadar herkese takılmayı, sözle
dokunmayı adet edinmişse, herkesten de bu tür lafları duymaya
alışmıştı. Hafız, Barak'da millet için gülme mevzusu olmanın ne denli ağır
bir durum olduğunu bildiğinden, genelde yüzlerde birer tebessüm hâsıl eden bu
takılmaların neticesi olarak, insanların da ileri geri kendine laf etmelerini
anlayabiliyordu. Bu topraklarda, bir insan için kendisine gülünmesi başa
gelebilecek en kötü hâllerden biri olarak görülür. El âleme rezil olmamak ki
insanın kendisine gülünmesi bunların başında gelirdi, neredeyse tek başına
bir hayat düsturu olmuştur. Çok gülmenin yılışıklık ve ciddiyetsizlik alameti
sayıldığı geniş bir coğrafyada, bu tür bir endişenin oluşması da gayet doğaldı
elbet.
Zennüp Hüseyin de bu dünyayı terk edeli çok oldu. O gittikten çok sonra, Hacov'un mezarının son hâli böyle şimdi. Mezarın başucuna dikilen o dut ağacı da çalıya dönüşmüş durumda. |
Sonunda, odada Y. Ağa, onun küçük kardeşlerinden Hacı Mahmut Ağa
ile Hafız kalmıştı. Hafız bu kez, Mahmut Ağa'yı hedef
olarak seçmişti ama kapıda beliren 'Kanatlı' bu hevesini yarım bıraktı.
'Kanatlı', Mahmut Ağa'nın oğullarından Kemal'di. Babası, çocuğun küçüklüğünden
itibaren tez canlılığı, hızlı iş yapma becerisi ve çalışkanlığından dolayı ona
bu lakabı takmıştı. Hatta bu lakabı, nüfusa kaydettirirken ikinci isim olarak
da yazdırmıştı. Ona 'Kanatlı' diye hitap etmekten de hiç
vazgeçmemişti. 'Kanatlı'nın bu vakitte, bir odanın yanında
görülmesi sık karşılaşılan bir şey değildi. Sürekli bir
işlerle meşgul olması vakayı adiye olan 'Kanatlı'nın, bu saatte
Y. Ağa'nın odasının önünde belirmesi içeridekilerin dikkatini çekti. Tabiî
herkesten önce Mahmut Ağa, "Ne oldu Kanatlı?" şeklinde hemen söze
girdi. 'Kanatlı', "Massey çalışmıyor, ne yapalım, tamirci mi
çağırsak?" diye cevap verdi.
1950'den sonra Anadolu'nun geneli gibi, Barakeli'nde de, tarımda
makineleşme hız kazanmıştı. Artık köylerde birer ikişer traktörler görülüyordu.
Hem Osmanlıca hem de yeni yazıyı gayet iyi bilen Mahmut Ağa, o
dönemin koşullarında liseye kadar okumuş nadir kişilerdendi ve yaşadığı
çağı iyi takip eden biriydi. Traktörlerin yeni yeni ortalıkta gözükmeye
başladığı bir anda, köyde herkesten önce gidip hemen bayiye yazılmıştı. Yarısı
harmanda ödenmek üzere, o zamanda iyi bir paraya Massey Ferguson marka ithal
bir traktörü satın almıştı. Yalnız modern anlamda lastik tekerlekli ilk
traktör örneklerinden olan bu araçlar, gaz yağı ve mazot karışımı bir yakıtla,
aracın önündeki marş kolunun bir süre çevrilmesi suretiyle
çalıştırılıyordu. Yani, bu aracı çalıştırmak kullanmaktan çok daha zordu.
Bu sebeple herhangi bir iş görürken çok zorunlu olmadıkça traktörü istop
ettirmeyi kimse aklından bile geçirmezdi. İşte bugün de sabahtan beri,
Mahmut Ağa'nın oğulları İsmet ve Kemal, traktörü çalıştırmaya çabalıyordu.
Henüz motor mekaniğine yeni yeni aşina olan bir topluluk için traktörün
çalışması başlı başına bir olaydı. Çoğu kişi, sırf nasıl çalıştığını görmek
için hemen traktörün başına toplanırdı. Bugün, traktörün çalışmamakta ısrarcı
olması, meraklı bakış sayısını daha da artırmıştı. Uzaktan, kalabalığın
traktörün başında toplandığını gören Mahmut Ağa, "Ooo, millete film
gerek zaten" diye içinden geçirdi. Kalabalığa yaklaşınca traktörün
çalışması için her kafadan muhtelif fikirler çıktığına şahit oldu. Çoğu
kimse, motor ve mekanik uzmanı kesilmişti adeta ve ne cin fikirli öneriler
ortaya atılıyordu. En son, traktörü iterek çalıştırma yoluna gitmeye karar
verildi. Bu arada köyün neredeyse tüm erkekleri traktörün etrafına toplanmıştı.
Tabiî, Hafız bu, o da bu curcunadan uzak duramazdı. Kalabalığa biraz
yakın bir mesafede çömelmiş, tabakasından cıgarasını sararken, bir yandan da
olup bitenleri izliyordu. Traktörün bir türlü çalıştırılamayıp da itilmesi
gündeme gelince, kalabalık bir anda hareketlenmiş ve traktörü, köyün
kuzeyindeki Harman yerinin nispeten yüksekçe olan en üst kısmına bir
gayret elbirliğiyle itmişlerdi. Tüm bu olup bitenlerden dolayı canının
sıkıldığı belli olan Mahmut Ağa kendince söyleniyordu. Hafız, tam da bu
anda, yine her zamanki işgüzarlığı ile döktürdü:
"Frenk bezinden Massey'in gömleği
Dayanmaz buna Mahmut'un yüreği
Son durak gölün başı
İtele Mamov itele."
Hafız, Mahmut Ağa'nın tepkisini gayet iyi tahmin ediyordu. Ağa'nın
bu kızgın hâliyle kendisine yöneleceğini bile bile bu sözleri etmişti. Daha
Mahmut Ağa'nın kendisine doğru hareketlenmesine fırsat vermeden köyün en
büyüğü T. Ağa'nın odasının yolunu tutmuştu bile. Mahmut Ağa, bir gözle
traktörün akıbetini izlerken, bir yandan da eliyle Hafız'a doğru
kızgınlığını belli edecek şekilde, "Seninle sonra görüşeceğiz"
tarzı hareketler ima ediyordu. Fakat Hafız yine lafını etmiş, hızlı
adımlarla T. Ağa'nın odasına kendini atmıştı. Nefes nefese odaya girdiğini
gören T. Ağa, "Ne o Hafız, kimden kaçıyorsun gene?" dedi. Hafız,
"Valla, yok bir şey Ağa, biraz sizin Hacı Mahmut'u kızdırdım da"
dedi hafif bir tebessümle. Hafız'ın marifetleri konusunda yeterince
tecrübeli olan T. Ağa, "Yorum Hafız, ölene kadar vazgeçmeyeceksin bu
huyundan zaar" diye kendisi de tebessüm ederek, başını 'nasıl bir adam bu
Hafız' dercesine sağa sola salladı. Sonra da, "Hafız, iyi oldu gelmen,
akşama mühim misafirlerimiz var, aşiretin büyükleri geliyor, herkes hazırlık
görüyor burada, şu acı kahveden sen ilgilen." şeklinde devam etti.
Hafız, en iyi bildiği iş acı kahve konusunda hemen kollarını
sıvadı. Zaten bu tür geniş katılımlı ve ziyafet şeklinde geçen muhabbet
ortamlarını severdi. Ne de olsa cemaat adamıydı. Üstelik davetlilerin Barak
Türkmenleri'nin ileri gelenlerinden olması, gecede tam da iyi bildiği Barak
sözlü kültürünün en önemli gündem maddesi olacağına delil gibiydi. Beklediği
gibi de olmuştu. Gün boyu, T. Ağa'nın ev halkı, azapları ve ortakçıları el
birliğiyle ortalığı düzenleyip temizledi, kuzular kesildi, büyük siyah
kazanlarda odun ateşiyle et kaynatıldı. Etin suyu ile o senenin taze buğdaylarından
mamul firiklerle ve başka çeşit tahıllarla pilavlar ve sair geleneksel yemekler
yapıldı. Velhasıl iyi bir ziyafet için gerekli tüm hazırlıklar görülmüştü.
Hatta ola ki gelenler ister diye, arakılar dahi getirilmişti. Zira bu denli
geniş katılımlı ve ciddi toplantılarda pek içilmezdi. Ne olur ne olmazdı, fazla
tanınmayan insanlarla içki sohbetinin nereye varacağı hiç belli olmazdı hakeza.
O nedenle, arakı, düğünlerin, bazı dost meclislerinin ve dar kapsamlı
ziyafetlerin bir eğlencesiydi genelde.
Gece, ta akşamdan itibaren çok güzel başladı ve öylece, neşeli
biçimde de bitti. Barak Türkmenleri'nin önce gelen tüm oymak ve aşiretlerinden
büyükler katılmıştı. T. Ağa'nın odası, köydeki diğer odalardan farklı
biçimde, ilave bir göz odaya daha sahipti. İşte bu geniş iki büyük
salon ve odanın giriş kısmı dolmuş, içeride yer bulamayanlara dışarıda, sekide,
sofra açılmıştı. Hafız gece boyunca neredeyse ayaktaydı. Çok keyifliydi. Tüm
misafirlere ve köy halkına, büyük cezvelerle kendi hazırladığı acı kahveden
defalarca ikram etti. Davetlilere sadece kahve sunmuyor, her zamanki
nüktedanlığı ile onlarla hasbihâl de ediyordu. Temelde buraların bir garibi,
yabancısı olmakla birlikte, aradan geçen zamanda öyle bir benimsemişti ki bu
toprağı, tüm çevreyi en az eski bir Seydimenli kadar iyi biliyor ve hemen
herkesi tanıyordu. Onun insanlarla o candan sohbetine şahit olanlar sanki kırk
yıllık bir dostluğun bakiyesini sürüyor gibi düşünürdü. Öyle samimi ve içtendi
Hafız. Zira hesap yoktu Hafız'da. Ne geçmişe, ne bugüne, ne de geleceğe dair
bir şeylerin hesabını kurmuyordu hiç. Anı yaşıyordu, anda vardı, anda dem
buluyordu bir nevi. Hiçbir kaygısı yoktu, sadece yaşıyordu. Hem de keyfi nasıl
isterse, hiçbir şeyi zorlamadan. Onun bu haleti ruhiyesine her zaman değil
belki ama bazen gıpta edenler bir hayli fazlaydı aslında köyde. Bir keresinde,
herkesin önemli ve derin bir köy mevzusuna daldıkları bir anda, Hafız'ın küçük
bir muziplikle bazı yüzlerde tebessüm hâsıl etmesi, Mahmut Ağa tarafından,
"Bu kafada olasın da, yaşayasın" şeklinde ifade edilmişti. Esasında,
Hafız gibi bir yabancının daha önce hiç tanınmadığı bir yerde, böylesi bir ev
sahipliğine ve ikrama mazhar olması da, işte bu hasletinin bir neticesiydi.
Seydimenliler, sanki kendilerinde eksik kalan bir yanı, Hafız'ın mevcudiyeti
ile gideriyordu.
Hafız, o gece, geç vakit hâlinden çok memnun ayrıldı T.
Ağa'nın odasından. Uzun zamandır böylesi koyu bir hasbihâlin içinde olmamıştı.
Ekseriyetle ne kadar konuşkan bir insan olsa da, yakın zamanda bu kadar çok
konuştuğu ve güldüğü bir günü hatırlamıyordu. Bu düşüncelerle, o yoğun
kalabalık dağıldıktan sonra, çoğu zaman olduğu gibi yine bir başına Y.
Ağa'nın odasına doğru uyumak üzere yürümeye başladı. Gece vakit ilerlemiş,
gökyüzündeki ay dışında ortalığı aydınlatan hiçbir ışık zerresi kalmamıştı.
Karanlıkta Y. Ağa'nın odasına yürüyen Hafız, odaya girdikten sonra cebindeki
çakmağın ışığıyla yatağının yerine baktı sadece. Şimdi, tekrar lambayla falan
uğraşmak istemiyordu. Çok iyi geçen bir günün ve gecenin ardından, yorgun
ama huzurlu bedenini biraz dinlendirmek istiyordu. Bu duygularla, yattığı
odanın kıble camından gökyüzünde parlayan ayı seyrederek uykuya daldı.
Sabah erken vakit, genelde olduğu üzere, Zennüp Hüseyin odaya ilk
gelen kişi oldu. Yalnızlıktan mı yoksa yaşlılıktan mıdır, bilinmez Zennüp
Hüseyin geceleri rahat uyuyamazdı, sıklıkla sabahı zor ederdi. Güneşin ilk
ışıklarını görünce de hemen kalkar, evinde varsa, çoklukla olmazdı, bir iki
bardak çok koyu çay demler, kaçak tütünle onu içerdi. Güneşin biraz kendini
belli etmesiyle birlikte de, o aralar Y. Ağa'nın odasının yolunu tutardı. Bugün
de öyle yapmıştı. Bazen geldiğinde Hafız henüz uyanmamış olur, bazen de yeni
uyanmış veya acı kahveyle uğraşır bulurdu. Bugün de henüz Hafız'ın uyanmadığı
günlerden diye düşündü, fazla ses etmeden odanın giriş kısmında bulduğu bir
sandalyeye ilişti. Bir müddet yalnız kaldıktan sonra, köyün yetişkin erkekleri
birer ikişer gelmeye başladılar. Güneş tam kendini belli etmeye başlamışken bu
sefer, Y. Ağa da geldi. İçeriye girer girmez, "Hey babanın
gülü, bizim Hafız geceden kalma olmuş yorum" dedi, onun yokluğunu
fark ederek. Sonra da Zennüp Hüseyin'e, "Uyandır hele şunu, alıştırdı
bizi, kahve olmadan nasıl biz bize gelek?" diye gülümsedi. Zennüp Hüseyin
kendinden beklenmedik bir atiklikle içeride yatan Hafız'ın yanına gitti. Zennüp
Hüseyin'nin hemen "Hafız, Hafız" şeklinde hızlı hızlı seslenişi
duyulmaya başlandı. Ancak bir an kısa bir sessizlik oldu. Akabinde,
"Erreyy, Hafız ölmüş yorum!" şeklinde üzgün sesi duyuldu. Giriştekiler,
derhal Hafız'ın yattığı odaya geçti ve Hafız'ın yarı açık gözlerini ve kaskatı
vücudunu hemen fark ettiler. Bir anda hiç kimse tek kelime edememiş, yalnızca
şaşkın gözlerle herkes Hafız'ın başında birbirine bakakalmıştı.
Hafız 68 yaşındaydı. Öldüğü güne kadar, kimse Hafız'dan bir
yerinin ağrıdığını veya bir rahatsızlığı olduğunu hiç duymamıştı. Hafız,
Seydimen'e geldiği günden beri hep aynı görünürdü neredeyse köydeki hemen
herkese. Bu kadar neşeli bir gün ve geceni ardından böylesi bir gidiş herkesi
afallatmıştı. Seydimen'de o güne kadar ne kimse Hafız'ın böyle ansızın
öleceğini düşünmüştü ne de ölümü o neşeli adama kondurmuştu. Ecel bu hayat dolu
adamı, bir gece vakti, bir başına, uykusunda yakalamıştı. Hafız'ın cenazesini
görenler, yarı açık gözlerinin ve kafasının odanın Suriye yönüne bakan kıble
penceresine baktığını ve kafasını sanki o tarafa doğru uzattığını hayretle fark
etmişlerdi.
Bütün köy, Y. Ağa'nın odasının etrafına toplanmıştı. Herkes
sessiz, şaşkın ve meraklı gözlerle etrafa bakınıyordu. Toplananlar, köyün
büyüklerinden bir şeyler duymak ister gibiydi. Kimse ne yapılacağını
bilemiyordu. Hafız, geride ne bir akraba ne bir evlat ne de başka bir isim
bırakmıştı. Hayattayken sadece yaşadığı gibi ölürken de sadece ölmüştü. Bundan
sonrası kalanları işiydi. Köyün ileri gelenleri odanın giriş kısmında bir
aradaydı. T. Ağa, herkesin bakışının üzerinde olduğunu hissettiği için bir
şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu. Aslında köyde normal bir cenaze olsa
herkes ne yapacağını bilirdi. Hafız'ın durumu karışıktı. Bir kere, nereye
gömülecekti? Ailesi gelecek miydi? Kime haber vereceklerdi? Bunlar belirsiz
olduğundan herkes birilerinin karar vermesini bekliyordu. T. Ağa söze girdi:
"Yorum görüyorsunuz, hiç beklenen bir şey değildi bu, daha dün o keyifli
hâliyle beraberdik. Hafız, ne geride ne de önünde bir şey bırakmadı. Öylece
çekti gitti. Haber verebileceğimiz bir kimse dahi söylemedi. Bir yakınını bilen
varsa söylesin. Cenazesini öylece ortada bırakıp duramayız. O kadar tuz ekmek
olduk, içli dışlı bulunduk, Hafız artık bizden biri olmuştu. Onu da bizden biri
gibi mezarlığımıza gömmekten başka çare yok. Ne dersiniz?" dedi
içeridekilere. Hazırdakiler, zaten bir an önce karar verilmesini bekliyordu,
cenazenin öylece bekletilmesi hiç içlerine sinmiyordu. Bu, alışık olunan
bir durum da değildi keza. T. Ağa'nın önerisine, başta Y. Ağa olmak üzere,
herkes sıcak baktığını belli etti. Bu şartlarda yapılabilecek daha makul bir
şey de yok gibiydi. Mahmut Ağa, "O zaman beklemenin âlemi yok, defin
işlerine başlayalım, gençler kazma kürekle mezarlığa..." dedi ayağa
kalkarak. Sanki herkes böylesine bir ateşleme beklermişcesine hep birden ayağa
kalktı. Bundan sonrası daha önce çokça deneyimlenmiş bir rutindi.
Önce odanın arkasına dut ağacının yanına büyük taşlardan bir ocak
yapıldı ve içine çalı çırpı ve odun yerleştirildi. Metal varillerin ikiye
bölünmesiyle yapılan marbıl denen büyük su kabı taş ocağın üzerine
yerleştirildi. İçerisi yarıya kadar su dolduruldu. Anadolu'nun ilginç bir âdetidir; cenaze, ılık suyla son kez yıkanırdı. Hafız'ın bedeni son kez bu
ısıtılan suyla yıkanacaktı. Mahmut Ağa, oğlu 'Kanatlı'ya, "Nohu'ya ulaş,
Hoca ve masayı al da gel" dedi. 'Kanatlı', her zamanki çevikliğiyle
hızlı adımlarla Seydimen'in yaklaşık iki kilometre güneyindeki Nohu köyüne
doğru yola koyuldu.
Birkaç saat içinde, bir at arabasıyla ahşap ölü yıkama
masası ile hoca gelmişti. Ölü yıkama masası, iki metre uzunluğunda ve bir metre
genişliğinde, ortası hafif çukurumsu, kenarlarında cenazenin baş, kol ve
bacaklarını yerleştirmeye yarayan oyukların yer aldığı dikdörtgen şeklinde bir
masaydı. Bu masa, Hafız'ın ilk kez karşılandığı o odanın yanındaki büyük dut
ağacının altına yerleştirildi. Hoca, cenazeyi yıkamak üzere hazırlandı.
Hafız'ın cenazesi, uyurken üzerine örttüğü eski yorganı sarılı vaziyette bu
masaya yatırıldı. Çevre evlerden dört büyük kilim getirildi. Masanın dört bir
yanına sekiz kişi tarafından bu kilimler, elle tutulmak suretiyle gerildi.
Maksat cenazenin mahremiyetine hürmet ve çocukların meraklı bakışlarından
saklamaktı onu. Hoca, kefen bezini Hafız'ın cenazesinin üzerine örttü önce,
sonra sarılı olduğu yorganı kaldırdı ve üzeri kefenle örtülü hâlde giysilerini
çıkarmaya başladı. Daha sonra yorganı ve giysilerini masadan alıp kenarda
bekleyenlere verdi. Hafız'ın cenazesi, artık kefen bezinin altında öylece
kaskatı yatıyordu. Hoca ısınan suyu eliyle kontrol etti, sıcaklığın kâfi
olduğunu işaret ederek, bir tas ve iki satıl ile bu sudan getirilmesini istedi.
Sonra da, cenazenin başından başlayarak, dualar mırıldanarak kefen bezini
tamamen kaldırmadan kısım kısım Hafız'ın bedenini son kez yıkamaya başladı.
Ortalığa kısmi bir sessizlik hâkimdi. Sağda solda öbek öbek toplanmış
insanlar kendi aralarında kısık sesle konuşuyorlardı. Ses
kabilinden çevredeki en baskın şey, masadan aşağıya dökülen suyun şırıltısıydı.
Hafız, ömrünün son demlerini kalabalık cemaatlerde, hoş
sohbetlerle yaşadı ama yalnız bir adam olarak öldü. Köyde, ölümüne üzülmeyen ve
bu duruma şaşıp kalmayan hiç kimse yoktu. Kimseye bir zararı dokunmayan bu
garibin ölümüne herkes yanmıştı ama tek bir gözyaşı da dökülmedi arkasından,
neticede, her şeye rağmen 'eloğlu el'di Hafız herkes için.
Seydimen mezarlığının alt kısmı, Hafız'ın da defnedildiği bu bölgede, mezarlar yerle bir olmuş hâlde. Buradaki mezarları, ne bilen ne de hatırlayan kaldı şimdi. |
3 yorum:
Yazıda, benim algılamama göre çelişik iki ifade var; "....Y.Ağa'nın odası denen, bir giriş ve genişçe bir salondan müteşekkil yapının..." , ".....İşte yıllardır herkesin uğrak yeri bu küçük odayı kendine mesken tutmuş Hafız...". Yazıda bu ikisinin aynı yer olup olmadığı belirsiz.
Osmanlıca menşeli kelimeleri pek kullanmamak gerekiyor. Örneğin; "vukfuyet" diye bir kelime yok. Farasî kullanım biçiminden bu kelime; "vukufdâr" veya şehir osmanlıcasında ;"vukufiyet". Fakat esası "vâkıf".
Kahve fincanlarına kulp takılması 19 cu yüzyıl sonrasına ait. Batı'dan esinlenme. Kulpsuz kahve fincanı, bu günde yaygın olarak kullanılır. Özellikle belirtilmesi isteniyorsa , kırsalın geleneğini de hatırlatacak biçimde "zarfsız fincanlarda" denebilir.
Traktör bahsinde; "marş kolu" denebilir.
"Hafız 68 yaşındaydı.." diye başlayan bölüm ve sonrası bence fazla. Hafız aniden hayata girip, aniden hayattan çıkması daha çarpıcı.
Denemelerin devamı dileğiyle....
Y. KARAGÖZ
Eleştiriler için teşekkürler.
Barak'ta iki gözlü bu yapının genel adı 'oda' ama Türkçe'de o iki göz de ayrı ayrı birer oda, haliyle aynı mekân...
Tashih ve tavsiyeler için ise bilhassa şükranlarımı arz ediyorum!
Tirekili
Ustad metin cozumlemelerinizin hayraniyim, ben de cozumlemelerinizin devami dilegiyle saygilar diyorum.
Yorum Gönder