12 Ekim 2015

İlk Kameram ve Bir Zamanlar Barak Ovası

İyi kötü ilk fotoğraf makinemi 1990’lı yıllarda üniversitedeyken bir şekilde alabilmiştim. Bu sayfada çok eseri var o makinenin. Ucuz bir şeydi işte, markasını bile hatırlamıyorum şimdi. Fakat ilk kameramı yurt dışına ilk çıktığım 2004 yılında almıştım. Küçük bir Sony el kamerasıydı. O yıl büyük bir hevesle çok kayıt çektim. İşte bu da o yıldan bir bayram kaydı, Kasım ayında çekildi. Köye ayak basar basmaz, eski günlerde olduğu gibi soluğu hemen harman yerinde aldım, tabiî ki kaldığı kadarıyla, her yan briket artık.

‘Kanatlı’ bu, hiç boş durmazdı ki. Hiç yapacak işi yoksa böyle ‘davarı önüne katar’dı(otlatmak). Gerçi ara ara ‘yağlık’ (erkek baş örtüsü) ile çekme (“Yav, yağlıktan mağlıktan neding beyle?”) diyordu gülümseyerek ama ben dinlemedim. Burada kestim ama şöyle diyorum:

-“İyi işte daha güzel, doğal oluyor böyle!”

İyi ki de çekmişim. Sonradan kayıtları incelerken en büyük ağabeyimin onu çok iyi tanımlayan cümlelerinden birini de gayet doğal bir şekilde ve ortamda yakaladığımı fark edince acayip sevinmiştim: “Bu adam da hep böyle, birisi yola gitti mi; hemen gözleri yaşarır!”

Eldeki görüntüleri biraz kesip kırpınca böyle acemice bir kısa film çıktı ortaya. Neticede bir zamanların Barak Ovası’nı en doğal biçimde sunma imkânı oldu en azından işte böyle. Tamamıyla gerçek bir hikâyeye dayanan iki dakika 41 saniyelik hakiki bir film...

Çekim Tarihi: Kasım 2004

Yer: Balaban/Karkamış/Gaziantep

Bu da, diğer bir videomuz işte, yine 'Kanatlı' ve ailesi görüntünün merkezinde, ilk kısım Ekim 2013, ikinci kısım Mayıs 2011 tarihli kayıtlardan oluşuyor. Boş duramazdı bizim 'Kanatlı', hiç olmazsa ufak tefek işlerle uğraşırdı böyle:

-"Döksün de gelsin yav..." diyor büyük torunu için, bir yandan da takdir ediyor onu. Akabinde, en küçük torunlarından biri de, el arabasını iten Dedesine dikkatle bakarak bana soruyor:

-"Dede ye yapıyo?"

04 Ekim 2015

'Büyük' insan olmak mı, yoksa 'iyi' insan mı?

2015 baharı, Barak Ovası'nda çok bereketli oldu. 
Aklından zoru yoksa herkes çocuğunun iyi bir geleceği olmasını ister. Peki, nedir iyi bir gelecek? ‘Büyük' adam veya 'önemli' insan olmak mıdır? Nedir ‘büyük' adamlık o zaman? Çok parası olmak mı, yüksek makam ve mevki sahibi olmak mı, iyi bir nam yapmak, şan ve şöhret sahibi olmak mı, çok dost ve arkadaş edinmek mi, herkesin imreneceği eş ve çocuk sahibi olmak mı, sahi nedir bu büyüklüğün ölçütü? Sanırım kişiden kişiye değişir ‘büyük' insanlığın tanımı, eğer varsa gerçekten öyle bir şey.

Ya ‘iyi' insan olmak? O kadar kolay bir tanımı var ki aslında, sadece iki maddelik;

1-Hiç kimsenin hakkına ve hukukuna tecavüz etmemek, yani, kendine yapılmasını istemediğin hiçbir şeyi başkasına yapmamak,

2-Eğer gücün ve imkânın varsa başkalarına yardımcı olmak ve paylaşmak.

O zaman soruyu değiştirelim;

Dünyada yeterince ‘iyi' insan olsa, hâlâ ‘büyük' adamlara 'ihtiyaç' kalır mıydı?

Aslında ilk insandan beri esas mevzu hep aynı, iyilik ve kötülük, iyiler ve kötüler. Zor olan, iyi gibi görünen kötülüğü ve kötüleri fark edebilmek...

Velhasılı kelam, 'Kanatlı'nın dediği gibi: "... devamlı iyiyi düşünün, iyiye, iyiye yönelin."

02 Ekim 2015

Okumak, Çalışmak ve Sorun Çözmek

Sözüm daha çok öğrenci kardeşlerime. İşi gücü olanlara bir şey demek haddimiz değil zaten ama okumalarına da bir mani yok hani...

Evet, test tekniği iyi bir meziyet. Hele ki günümüzde, test biçimindeki sınavların insan hayatındaki belirleyiciliği düşünüldüğünde, daha da önem kazanıyor bu kabiliyet. Fikrimi açıkça söyleyeyim, ben karşı değilim test sınavlara. Mevcut koşullarda, milyonlarca öğrenci arasında, her yıl en fazla yaklaşık 20 bin kişilik kaliteli üniversite kontenjanının, daha adilane başka türlü belirlenebileceğine inanmıyorum.

Yalnız, sınav odaklı şekilde test tekniğine yoğunlaşan eğitim sistemi ve teknolojinin kolaylık getiren uygulamaları, öğrencileri ‘genel okuma’dan uzaklaştırdığını müşahede ediyorum bazen. Aslında ülkemizde okuma genel bir sorun olabilir ama öğrenciler açısından bu daha büyük bir sorun bence.

TÜİK verilerine göre, ülkemizde insanların ortalama 75 yıl civarı ömrü varmış. Tüm insanları ve insanlığın tarihini düşününce ne önemi var ki bu sürenin? İşte kitaplar, tüm insanlığın o ortak tarihi bilgi ve tecrübe havuzundan gelerek, insana, bildiği şeylerin hiç hesaba katmadığı boyutlarını, hiç bilmediği ve belki bilemeyeceği, hiç yaşamadığı ve belki yaşayamayacağı bilgi ve deneyimleri hazır biçimde sunar. Büyük bir nimettir aslında bu. Bambaşka bakış açılarını, hiç düşünmediği noktaları ve belki de hayal dahi edemeyeceği boyutları insanın zihnine getirir. Ufkunu açar, dimağını genişletir, analiz kabiliyeti verir ve analitik düşünebilme yeteneğini artırır. Kısacası, kafayı çalıştırır okumak.

Kastım ders kitapları değil, onları zaten okumak gerek dersleri geçmek için. Asıl katkı sunacak olan diğer kitaplardır. Herhangi bir tür, konu veya yazar bile belirtmeye gerek yok. Okumak öyle bir şey ki, içine girdikçe, yetkinleştikçe uzmanlaşır insan. Mühim olan bir yerden başlamak. Bir süre sonra, neye ilgi duyduğunu, neyi beğendiğini, insan tamamıyla kendi belirleyebilir. Aslolan okumayı bir alışkanlık haline getirebilmektir. Bunu kazanmaya bakmak lazım. Bu konuda insanın kendine hedef koyması iyi bir hareket noktası olabilir. ‘Yılda en az şu kadar kitap okuyacağım’ veya ‘günde en az şu kadar sayfa okuyacağım’ diye başlangıçta, insan kendine hedef koyabilir. Göreceksiniz işe yarayacak, zamanla okumanın alışkanlık haline geldiğini göreceksiniz.
Anamın Köydeki çiçeklerinden...

Hiç unutmam, yazları, 'Kanatlı' bizi bağ-bostan beklemeye gönderirdi, çocuk ve öğrenciyken. Benim yabana giderken bir hedefim de, en az elli sayfa okumaktı, misal. Bu okuma bitene kadar, zaten aradan birkaç saat geçer, biz de ‘bekleme’ işini halletmiş olurduk, pratik faydasını da gördük yani!

Bu neden önemli, çünkü ileriki yaşlarda ve iş hayatında, bence özellikle öğrencilik döneminde yeterince okumayanlar, çalışma disiplini ve sorun çözme konusunda tökezliyorlar. Her şey bir test sorusu kadar basit olmalı sanki. Her şey bir bilgisayar tuşuna dokununca çözülmeli, cep telefonuna indirilecek bir uygulama adeta tüm meseleleri halletmeli. Maalesef yok böyle bir dünya!

Üretmek ve sorun çözmek için dirsek çürütmek gerekiyor. İlave olarak, iyi bir analiz kabiliyeti ve analitik düşünme becerisi de lazım. Ve bu da, öyle hemen kazanılmıyor ne yazık ki, yıllarca edinilecek bilgilerle, kendinizin veya başkalarının tecrübelerinden öğrenilerek içselleştiriliyor. Bunun en kısa yolu da, okumaktan geçiyor. Bu arada, unutmayalım, “İkra!” şeklindeki o ilk ilahi emrin “Oku!” manasına gelmesinin de bir anlamı olmalı…

Ha, tüm bunlar, ‘hayatta başarılı olmayı garanti eder mi?’, bilmiyorum ama işe yarayacaktır bir gün, emin olun. Bir de, hayat kısa ama uzun bir maraton gibidir de, neticeye bakmak lazım…

Son not: Akıl vermek, sorun çözmek demek değildir. Sorun çözmek, müdahil olmayı gerektirir.

Akıl verme, sorun çöz!

30 Eylül 2015

'Taha Uşağı'

Mehmet Öyke (Eylül 2015)
'Kanatlı' böyle derdi ona; "Taha Uşağı (Oğlu)". Zira merhum Sâdın emmi, aslının 'Berecik Efendileri'ne dayandığını söylerdi. İşte onun oğlu ve rahmetli Hâtın'ın oğulluğu (üvey evladı) olan Mehmet Öyke, esasında öksüz büyümüş, hep bizim köylerde çalışmış, burada evlenip çoluk çocuğa karışmış ve şimdilerde ise Köyde mukim en son civelektir (fakir). Yani, atadan babadan miras kalmadan, sadece karın tokluğuna Köyü bekleyen bir garip. Bana sorarsanız bu toprağın gerçek sahiplerinden biri o, çünkü doğrudan hiçbir menfaat beklentisi olmadan öylesine samimiyetle bağlı ki bu toprağa. Hele o 'eski ağalar'a duyduğu hasret öyle derin ve içten ki, her seferinde onları andıkça gözlerinin dolması, adeta insanı kendi hâlinden utandırıyor. Hepsine ayrı ayrı kıymet veriyor ve hepsini genelde iki kelime ile özetliyor: "Ekmek sahibiydiler." (Sofraları herkese açıktı, cömertlerdi). Yalnız Bahir emmiye duyduğu muhabbet bambaşka, onu andığı zaman içinde bir şeylerin cız ettiği nasıl da belli oluyor. Cuma Sani emminin yiğitliğini çok methediyor. Halil emminin iyi niyetini ve şakacılığını, Dedemin nüktedanlığını, ağır başlılığını ve söz sahipliğini hep vurguluyor.

İyi bir hafıza sahibi ve hoş bir sohbet adamı olan Mehmet Öyke, şehit haberi duyunca gözleri yaşaracak kadar da hakiki bir vatanseverdir. Çok hasbihâlim oldu kendisiyle, kimisinde 'Kanatlı' da vardı, eskilere dair çok anekdot öğrendim ondan. Bana göre, Köyde bir devrin son temsilcisi ve hafızası o. Umarım hakkettiği saygı ve değeri her zaman herkesten görür.

26 Eylül 2015

'Haraba'

İlerideki derelik yerden
su akarmış eskiden...
İnsanın yazgısı 'haraba'ya benzer işte, 'haraba' bir mevki adı Köyde. Kesin bir bilgimiz yok ama Hititlerden bile daha eski bir yerleşim yeri muhtemelen, henüz insanlığın altını kullanmadığı bir dönemden kaldığı tahmin edildiği için pek kimsenin de ilgisini çekmez.
Binlerce yıl öncesinden
kalma eşya parçaları...
Kül rengi toprağı en dikkat çekici yanı bu bölgenin, bir de toprağa çok yakından bakınca her taraftaki kilden ve kiremitten küçük eşya parçaları hemen göze çarpar. Şimdilerde küçük köylerin mukim olduğu bu diyar, bundan binlerce yıl öncesinin büyük yerleşim yerlerine mekân olmuş. Hemen civardaki köyde yer alan, haberleşme ve mezar olarak kullandıkları tahmin edilen bir höyük de hemen fark edilir. Şu an topraklık ve bir nevi çöplük olarak kullanılan yakındaki çukurluk alan ise, iddiaya göre toplanma arenalarıymış. Zaman zaman içinde gözyaşı şişelerinin olduğu mezarlar bulunduğu da söyleniyor bu civarda. Şimdi fıstık ağaçlarının rüzgârla sallanan yaprakları ve böcek seslerinden başka çıt çıkmıyor, binlerce yıl öncesinde capcanlı olduğu anlaşılan bu muhitten.
"Nohu'nun Hüyyüğü"

Ahali harabe lafından mülhem 'haraba' der bu çevreye, yanık kül renkli toprağı çorak ve verimsizdir. Zamanında su akarmış aşağıdaki dereden, demek ki boşuna kurmamışlar şehirlerini buraya...
Velhasıl, insanlar geldikleri gibi gittiler toprağa, geride ufak tefek hayat belirtisi kırıntıları kaldı bu 'haraba'da... 

12 Eylül 2015

Kerpiç Dam

Anam ile Ganime Ablam...
Eski fotoğrafları severim. Tıpkı iyi bir metnin satır araları gibi, resimlerin de ilk bakışta hemen fark edilemeyen ince detayları olur.

1970'li yılların ortaları, dünyaya gelmek üzere olduğum zamanlar. Dedemden Babama kalan, onun deyişiyle o "uğurlu" kerpiç ev işte burası. 1980'lerin başında, bu kerpiç evin hemen garbısına, briket ve betondan "âcer" ev yapılınca, bu "kerpiç dam" da, oldu bizim için eski ev.

Barak Ovası'nın o çorak, kıraç ve kuru yanı hemen gösteriyor kendini bu fotoğrafta. Fakat Anam, "intikamı"nı aldı bu çorak yerden. Sonradan su bollaşınca, hemen her yana ağaç ve çiçek ekti. Şimdi etrafımız biraz yeşilse bunda Anamın kovalarla taşıdığı o suların çok payı vardır.

Anamın, bu kerpiç evin önüne betondan zar zor yaptırdığı o derme çatma seki, nasıl da derli toplu duruyor fotoğrafta. Su taşımak için kullanılan iki büyük külek sekinin sağ tarafında, birinin üzerinde "küfte" yoğurmak için kullanılan küçük bir alüminyum leğen var. Arkada kapının sağında, hamur yoğurmak için daha büyük bir alüminyum leğen, yeni yıkanmış, belli. Demek ki, sabah yufka ekmek yapılmış, kolay değil elbet kaç baş "horanta" (aile), ekmek mühim tabiî. Kapının solunda, Anamın süpürge otundan büyük olasılık kendi yaptığı dışarı süpürgesi hazır kıta bekliyor. Fotoğrafın en sağında, duvarın kenarında ise bu tertip ve düzeni bir çöp tenekesi tamamlıyor. 

Kapının hemen sağında, duvara iptidai bir raf monte edilmiş, ufak tefek "hâcat" (alet edevat) koymak için herhalde, 'Kanatlı'nın işidir bu kesin! Eski evin garbı odasının penceresi açık, içeri havalanıyor, cam kenarında teneke saksıda çiçek olmalı.

Anamın hemen sağında Dedemin kuyusu var. Kuyunun üzerinde, kuyuya sarkıtılan kovanın ipinin makarası için yine kuvvetle muhtemel Babamın idareten yaptığı çatının üstüne, büyük ihtimal küçük çocuklardan birinin ıslattığı döşek atılmış, güneşte kurusun diye sanırım.

06 Eylül 2015

"Ana bize 'hâket' anlatsana!"

1960'lı yılların sonu, Anamın
kucağında ilk çocuğu
Tuncer Ağabeyim...
Köye elektrik 1981'de geldi. Ondan öncesi, lamba, fener veya ele geçerse 'löküs' ışığıydı. Çocukluğumun o karanlık gecelerinde, belleğimde iz bırakan en güzel şeylerden biri Anamın anlattığı hikâye tadındaki masallardı. Muhtemelen o da, anasından atasından duymuştu 'hâket' dediği bu masalları, kanaatimce biraz da kendisi ilave ediyordu muhayyilesinden. Fakat öyle hoşumuza giderdi ki, tüm kardeşler ağzının içine bakar, hiç bitmesin isterdik. Ama gün boyu dışarının, evin, o kadar çocuğun ve sair işlerin yükü omzunda olan Anamın, bizi kırmamakla beraber yorgunluktan fazla takati de kalmazdı çoğu zaman.

Geçenlerde, dünyaca ünlü bir yazarın yazım serüvenini öğrendim. Kitap yazmaya başlamadan önce, çocuklarına, sonradan seri halinde kitaplaştıracağı kahramanla ilgili doğaçlama masallar anlatırmış. Aklıma, nedense Anam geldi. Sonra, bir insanın nerede ve hangi koşullar içinde doğduğunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha düşündüm. Her zaman daha iyi şartlarda doğup büyüyenlerden illa daha iyi sonuçlar ortaya çıkmıyor ama zor ve pek elverişli olmayan koşullar, insan hayatında çok belirleyici oluyor işte.

Siz bakmayın bazı babaların kimi zaman 'evladım' diye aşırı gururlanmalarına ve caka satmalarına, çocukları her yönden esas biçimlendiren analardır. İyi bakın etrafınıza, genelde anası nasılsa, çocukları da üç aşağı beş yukarı öyledir.

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...