15 Ekim 2015

Basket Potası

Nisan 1981'den bir kare... 
Köyde ortaokul yoktu, gerçi şimdi artık ilkokul da yok ya. İlkokulu bitirince, ortaokul için ya birkaç kilometre mesafedeki komşu Çiftlik Köyü'ne gitmek gerekirdi ya da Karkamış, Nizip ve Gaziantep gibi ilçe ve il merkezlerine. Bizim dönemimizde genelde Gaziantep'e gidilirdi ama öyle gidip gelme biçiminde değildi bu, okul süresince geçici ikâmet etmek şeklindeydi. Çocukları ilkokulu bitirince, Çiftlik Köyü'ndeki ortaokulu bir iki yıl denedikten sonra, 'Kanatlı' Gaziantep'te bir ev kiraladı, Saçaklı Mahallesi'nde. Ağabeylerimin 'Kutçulu Şıhov'un evi dedikleri bu teneke barakayı andıran, eski püskü Antepevi'ni birkaç kere gördüğümü hatırlıyorum ama ben hiç kalmadım orada. Ben altı yıl süren ortaokul ve lise dönemimi, yine Saçaklı Mahallesi'nde, Ragıp Oral Geçidi No:15'teki o ikinci evde geçirdim. Daha önceki evden, şehrin merkezine doğru beş altı yüz metre kadar daha aşağıda bir yerdeydi, kendi aramızda 'Mustafa Şenel'in evi dediğimiz bu mekân. Siz ev dediğime bakmayın, belki bizim oturduğumuz zamandan çok önceleri evdi bu yerler ama bizim zamanımızda kesinlikle ev değildi. Ama mecburduk oralara, gelir kıt, aile genişti. Hatta o zamanlar üniversitede olan Tercan ağabeyimden iyi bir miras da kalmıştı bize. Ondan kalan bir alışkanlıkla, 'Kanatlı'nın bıraktığı harçlıkları büyük kalın kitapların arasında saklardık. Hem kısmen derme çatma olan o muhitte hırsızlığa karşı bir önlem, hem de paraları daha kontrollü harcamaya yarıyordu bu yöntem. İhtiyaç oldukça kitapları karıştırır, lazım olan tutarı alırdık. Arada unuttuğumuz veya gözden kaçan paralar olurdu. Daha sonraları hiç ummadan karşımıza çıkan bu paralar ayrı bir keyifti.

Evin, içi ahşap dışı teneke olan dış kapısı eski ve döküntü biçiminde beton bir zemini olan ve ortasında kanalizasyona doğru atık su yolu barındıran bir avluya açılırdı. Avlunun bir kenarında büyükçe bir dut ağacı vardı. Avlunun içinde birbirinden bağımsız girişi olan üç ayrı oda bulunurdu. Kullanılacak durumda değildi bu odalar. İki oda eski beyaz taş işçiliği ile yapılmıştı. 'Kanatlı' bu beyaz taşlara 'eşşek havarası' derdi. Çok makbul taşlardan değildi yani. Zamanla rutubete dayanamayıp ufalanıp giderdi. Zaten bu iki odanın duvarları sürekli incelip duruyor, beyaz taşlardan aşağıya habire ufak parçalar düşerdi. Hatta yer yer duvarlarda yandaki evlerin avlusu görülecek kadar küçük delikler bile açılmıştı. Üçüncü oda avlunun bir köşesine sonradan briketten yapılmıştı. Belki de eski mukimlerin hane nüfusu artınca, yeni bir oda ihtiyacı için yaptığı bir yerdi bu avlunun bir köşesini tutmuş tek göz yapı. Ama bizim zamanımızda avludan girilen bu üç odanın içi döküntü biçiminde ve temizliğe izin vermeyecek kadar eskiydi. Yalnız bu odalardan birinde, 'Kanatlı'nın kışın yakmak için köyden traktörle bizim için getirdiği fıstık, zeytin ve üzüm dallarından odun ve ortutlarımız (ince dal) olurdu.

Seydimen ile Gaziantep'in arası yaklaşık 50 kilometredir, bir traktörün de azami 20-25 kilometre hız yaptığı düşünüldüğünde, kolay bir iş değildi köyden traktörle Gaziantep'e gitmek. Nereden biliyorum, odun taşımak da dâhil, 'Kanatlı' veya Tuncer ağabeyim ile çok gidip geldim bu mesafeyi. Bir keresinde, yine sabahın zifiri karanlığında 'Kanatlı' ile kışın yakmak için Gaziantep'teki eve traktörle odun taşıdığımızı hatırlıyorum. Bir güz günüydü, yol uzun ve soğuk olduğu için Köy ile Gaziantep arasındaki Oğuzeli ilçesinde mola vermiş ve bir kahvehanede çay içip ısınmak zorunda kalmıştık.

Bizim kaldığımız tek göz oda güya ikinci kattı. Dış kapıdan avluya girdikten sonra, hemen soldan yukarıya doğru çıkan taş merdiven, artık zamanın eskitici gücüne dayanamamış ve taşlar parçalanmaya başlamıştı. Yer yer basamaklar ufalıp dağılmıştı. Merdivenin bittiği yerde, aşağıdaki bir odanın damı olarak balkon şeklinde bir boşluk vardı. Bu genişçe boşluğun bir kenarında, tahta bir kapıdan geçip birkaç basamakla inilen bir giriş vardı. Bu giriş bizim kaldığımız yere açılıyordu. Bir giriş ve tek göz odadan oluşan bu ikinci katın üzerini her yağış zamanı su damlatan eski bir çatı örtmekteydi. Az uğraştırmadı o izbe çatı bizi bu arada. Kısacası, öyle bir tek göz evdi ki bu mekân, Gaziantep birinci derece deprem bölgesi olmamasına rağmen, neredeyse tüm hafif şiddetteki depremleri bile hissederdik orada.

Avludan girilen o eski beyaz taştan yapılma iki odanın üzerindeki bu bir göz oda ve iptidai şekilde yapılmış giriş kısmıydı tam olarak kaldığımız yer. Bu giriş aslında mutfaktı ve hemen girişteki bir köşesi de banyo olarak kullanılırdı. Evin tuvaleti aşağıda avlunun içinde, dış kapının yanında bir köşede idi. Nedense bu eski evi ilk yapanlar banyoyu müstakil bir yer olarak değil de, üstteki odanın giriş kısmı olarak planlamışlardı. Çok garip bir mimari anlayıştı doğrusu! Ama altı yıllık orta öğrenim hayatım, bazen tek bazen birkaç kişi olarak o tek odada geçti. İlk başlarda televizyonumuz da yoktu ve ben o çocuk hâlimle yalnızlığı hiç sevmiyordum. Anama çok söyledim, ortaokulun ilk iki yılında; "Ana ben Çiftlik'e gidim mi ortaokula?" diye. Hiç ciddiye almadılar bu önerimi. "Kendim yürüyerek gider, gelirim" dedim o komşu köye kaç kez ama hiç dikkate dahi alınmadı. Benimki de safça bir beklentiydi esasında o çocuk haleti ruhiyesi ile.

Hayatta tek başına kalabilmeyi ve bir başına durabilmeyi, belki de bir alışkanlık olarak yalnızlığı, ben, 'Kanatlı'sız ve 'Gelin Döne'siz geçen Gaziantep'teki o altı yıllık orta eğitim döneminde öğrendim. Pek dışarı çıkmama izin verilmezdi. Uzunca bir süre televizyon da yoktu. Çok düşünecek zamanım oldu orada o çocuk dimağımla, yalnız başıma. Hem de bazen kendimi kötü hissedecek kadar, hayatı, insanı ve daha pek çok şeyi çokça düşündüm durdum.

Kardeşler olarak kaldığımız o tek göz odanın duvarlarına, bir Türkiye fiziki bir de siyasi haritası asmıştı, ağabeylerimden biri. Vatan sevgimin temeli bu haritalardı desem yalan olmaz sanırım. Bu iki haritayı deyim yerindeyse ezberlemiştim. Ayrıca muhtelif haritaları inceleyip atlas karıştırmak da böylelikle alışkanlık olmuştu bende. Bunda kardeşlerle can sıkıntısından uzun kış geceleri oynadığımız isim, şehir, dağ, ırmak ve ova oyunun da etkisi oldu tabiî. Haliyle biz bu oyunu biraz değiştirmiştik. Daha çok coğrafi yer ve şekillerin ağırlıklı olduğu bir oyun hâline getirmiştik. Bunun faydasını da gördüm açıkçası, bir gün orta ikinci sınıfta coğrafya öğretmeni tahtaya kaldırmış ve Türkiye'nin fiziki haritası üzerinden coğrafi yerleri sormuştu. Sorduğu yerleri tek tek göstermem üzerine, adamcağız bir süre sonra ilçelerin yerlerini bile sormaya başlamıştı.

1980'lerin sonuna doğru, TRT televizyondan NBA maçlarını veriyordu. Daha ilkokulun sonunda hiçbir fikrim ve tecrübem olmayan basketbolu büyük bir merakla izlemeye başlamıştım. Larry Bird, Magic Johnson ve sonrasında Michael Jordan'u ilgi ve zevkle izliyordum, köyde fırsat buldukça. Ortaokul için Gaziantep'e gitmek, bu televizyondan basketbol seyirciliğine de mani oldu kısmen. Ama ben, o eski ve bakımsız avluda elime geçen bir teneke parçasına şekil vererek, uyduruk bir basket potası yapıp ufalanıp dökülen o beyaz taş duvarlardan birine monte ettim. O zamanlar çok yaygın olan plastik toplarla bu eski ve pis avluda bir başıma basketbol oynamaya başladım. Bazen tek başıma saatlerce, televizyonda gördüğüm hareketleri taklit ederek basket oynadığım olurdu. Bazen de Mahmut ağabeyim gelir, o daracık avluda minyatür kale futbol maçı yapardık beraber. O yalnız ve uzun günlerde, iki-üç haftada bir turuncu Anadol'un fren sesiyle geldikleri daha kapı çalınmadan anlaşılan anam ve babamın köyden gelişleri dışında, belki de en neşeli zamanlarımız olurdu, bazen avludaki atık su yoluna düşen o havası az plastik toplarla yaşanan bu anlar.
(Boston Celtics-Miami Heats)
Pota altındaki 32 numara
Shaquille O'Neal...
Daha sonra yerinde izleme fırsatım
da oldu NBA maçlarını...
(Boston Celtics-Detroit Pistons)

14 Ekim 2015

Sarıyağ

1970'li yılların başı, Anam süt sağarken...
Çocukken o zamanki kerpiçten, nispeten küçük ve dar ağılımızda, genelde 20-30 baş davarımız olurdu; çoğu koyun, az da keçimiz... Hiçbir şey esasında lalettayin değildi, hepsinin bir önemi ve işlevi vardı. Bir kere, davar başlı başına bir geçim meselesiydi o zamanlar. Babasından 'Kanatlı'ya bir miktar arazi ve antep fıstığı ağacı kalmıştı, fakat dokuz baş 'horanta' (aile) için bu arazilerden gelen tahıl ve ağaçlardan elde edilen fıstık tam olarak yetmiyordu harcamalara. Sonradan tüm o araziyi ağaca dönüştürdü ama daha o vakitler boy boy çocukların türlü türlü ihtiyacı oluyordu, hanenin kendi idamesi haricinde de. İşte davar o dönem, hem günlük et, süt, peynir ve yoğurt tüketimi için hem de zorda kalınca satıp nakit ihtiyacını gidermek için elzem bir ek faaliyet gibiydi. Onun için 'Kanatlı' hayvan beslemeyi çok önemser ve her işin de olduğu gibi üzerlerine titrerdi. Hep dediği üzere, "Burayı biz niye beklik, eğer bu işlerle uğraşmıycaksak?" Her daim işe bakışının özeti bu ifadede gizliydi aslında. Basit ama çok sağlam bir mantık ve gerekçeydi, ne denebilirdi ki buna?

Lâkin bu hayvanların esas bakımı yıllar boyu 'Döne Gelin'e aitti. Hiç unutmuyorum, köyde ilkokula gittiğimiz sabahların öncesinde Anam ile davarın sütünü sağmaya giderdik. Sağımı o yapardı ama birinin de koyunların ürküp kaçmaması için, tıpkı yukarıdaki resimdeki gibi, başını tutması gerekirdi. O iş de, genelde evin yapabilecek durumdaki en küçüğüne kalırdı. Birlikte tek tek isim verdiğimiz o koyun ve keçileri Anam sırasıyla sağardı. Hâlâ belleğimde, çok uzun olanı 'zürafa', biraz uzunca olanı 'üce', sürekli sorun çıkaranı 'sakar', ha bire yem peşinde koşanı 'huysuz', başında az bir şey beyazlık olanı 'ağbaş', yüzünde turuncu renkleri ağır basanı 'sarıbaş' gibi değişik adlarla çağırırdık onları. Haftada bir de davarın yattığı yeri temizlerdik beraber. Zibil veya katılaşmış haline 'kerme' denen bu hayvan gübreleri de ziyan edilmez, fıstık ağaçlarına doğal mineral olurdu.

Davarın çoğunluğu koyun dedik ama keçiler de önemliydi. Zira yaz boyunca süt veren asıl olarak keçilerdi. Keçiler koyunlara göre daha geç yavrular ve daha uzun süre süt verirdi. Yaz mevsimi boyunca gerekli yoğurt ve ondan imal edilen ayran için keçiler bir anlamda zorunluydu. Elbette bazen kuzu eti yerine oğlak eti tercih edildiğinden, keçilere bu yönden de bir rağbet vardı. Yani davarın zahmeti çoktu ama nimeti de bir hayli fazlaydı. Hele bunlardan bir tanesi olan 'Sarıyağ', başlı başına bir fenomendi desem yeridir hani.

Koyunların sütü az ve süt sezonları kısa olur ama bilenler için koyunun sütü bilhassa yağı açısından çok kıymetlidir. Bembeyaz olan o tereyağının hem tazesi hem de ondan mamul edilen ve sadeyağ diye tabir edilen ancak 'Kanatlı' ve 'Döne Gelin'in 'Sarıyağ' dediği o muazzam ve işlenmiş saf yağ çok talep görürdü. Sağılan sütler önce süt makinesinde çekilir, yağlı ve yağsız diye ayrılırdı. Yağsız süt ile çökelek çalınırken yağlı süt önce yoğurt yapılır akabinde bu yoğurt yayıkta işlem görürdü. Yayıkta dövülen bu yağlı yoğurdun bir süre sonra üst kısmında tereyağı belirirdi. Tereyağının altı ise bildiğin ayran olurdu. Çıkarılan tereyağının bir kısmı günlük tüketim için ayrılırken kalan kısım iyice tuzlanıp bir küpte veya uygun bir kapta biriktirilirdi. Birkaç ay biriktirilen bu tuzlu tereyağları daha sonra büyük bir kazanın içine atılır ve içerisinde bir yumak hamur da katılarak kaynatılırdı. Hamur yağın içine bozulmasın diye atılan tuzu iyice çekerek yağın dibine çöker, tereyağının içindeki ayran ve süt buhar olup uçar, geriye tereyağından elde edilen sarımtırak saf bir yağ kalırdı. İşte günümüzde daha çok sadeyağ diye bilinen ama bizimkiler için 'Sarıyağ' olan saf ve değerli o yağ buydu. Onun taşınması, büyük bir kazanda kaynatılıp damıtılması ve sonrasında muhafaza etmek için büyük beyaz 'çinko' kovalara dökülmesi, ne hassas ve ihtimam isteyen bir uğraştı herkes için.

Başta aşlar (pilavlar) olmak üzere, tatlı ve yemeklere ekstra lezzet katan bu 'Sarıyağ', şimdilerde de, meşhur Gaziantep Baklavası'nın asıl unsurlarından birisidir.

12 Ekim 2015

İlk Kameram ve Bir Zamanlar Barak Ovası

İyi kötü ilk fotoğraf makinemi 1990’lı yıllarda üniversitedeyken bir şekilde alabilmiştim. Bu sayfada çok eseri var o makinenin. Ucuz bir şeydi işte, markasını bile hatırlamıyorum şimdi. Fakat ilk kameramı yurt dışına ilk çıktığım 2004 yılında almıştım. Küçük bir Sony el kamerasıydı. O yıl büyük bir hevesle çok kayıt çektim. İşte bu da o yıldan bir bayram kaydı, Kasım ayında çekildi. Köye ayak basar basmaz, eski günlerde olduğu gibi soluğu hemen harman yerinde aldım, tabiî ki kaldığı kadarıyla, her yan briket artık.

‘Kanatlı’ bu, hiç boş durmazdı ki. Hiç yapacak işi yoksa böyle ‘davarı önüne katar’dı(otlatmak). Gerçi ara ara ‘yağlık’ (erkek baş örtüsü) ile çekme (“Yav, yağlıktan mağlıktan neding beyle?”) diyordu gülümseyerek ama ben dinlemedim. Burada kestim ama şöyle diyorum:

-“İyi işte daha güzel, doğal oluyor böyle!”

İyi ki de çekmişim. Sonradan kayıtları incelerken en büyük ağabeyimin onu çok iyi tanımlayan cümlelerinden birini de gayet doğal bir şekilde ve ortamda yakaladığımı fark edince acayip sevinmiştim: “Bu adam da hep böyle, birisi yola gitti mi; hemen gözleri yaşarır!”

Eldeki görüntüleri biraz kesip kırpınca böyle acemice bir kısa film çıktı ortaya. Neticede bir zamanların Barak Ovası’nı en doğal biçimde sunma imkânı oldu en azından işte böyle. Tamamıyla gerçek bir hikâyeye dayanan iki dakika 41 saniyelik hakiki bir film...

Çekim Tarihi: Kasım 2004

Yer: Balaban/Karkamış/Gaziantep

Bu da, diğer bir videomuz işte, yine 'Kanatlı' ve ailesi görüntünün merkezinde, ilk kısım Ekim 2013, ikinci kısım Mayıs 2011 tarihli kayıtlardan oluşuyor. Boş duramazdı bizim 'Kanatlı', hiç olmazsa ufak tefek işlerle uğraşırdı böyle:

-"Döksün de gelsin yav..." diyor büyük torunu için, bir yandan da takdir ediyor onu. Akabinde, en küçük torunlarından biri de, el arabasını iten Dedesine dikkatle bakarak bana soruyor:

-"Dede ye yapıyo?"

04 Ekim 2015

'Büyük' insan olmak mı, yoksa 'iyi' insan mı?

2015 baharı, Barak Ovası'nda çok bereketli oldu. 
Aklından zoru yoksa herkes çocuğunun iyi bir geleceği olmasını ister. Peki, nedir iyi bir gelecek? ‘Büyük' adam veya 'önemli' insan olmak mıdır? Nedir ‘büyük' adamlık o zaman? Çok parası olmak mı, yüksek makam ve mevki sahibi olmak mı, iyi bir nam yapmak, şan ve şöhret sahibi olmak mı, çok dost ve arkadaş edinmek mi, herkesin imreneceği eş ve çocuk sahibi olmak mı, sahi nedir bu büyüklüğün ölçütü? Sanırım kişiden kişiye değişir ‘büyük' insanlığın tanımı, eğer varsa gerçekten öyle bir şey.

Ya ‘iyi' insan olmak? O kadar kolay bir tanımı var ki aslında, sadece iki maddelik;

1-Hiç kimsenin hakkına ve hukukuna tecavüz etmemek, yani, kendine yapılmasını istemediğin hiçbir şeyi başkasına yapmamak,

2-Eğer gücün ve imkânın varsa başkalarına yardımcı olmak ve paylaşmak.

O zaman soruyu değiştirelim;

Dünyada yeterince ‘iyi' insan olsa, hâlâ ‘büyük' adamlara 'ihtiyaç' kalır mıydı?

Aslında ilk insandan beri esas mevzu hep aynı, iyilik ve kötülük, iyiler ve kötüler. Zor olan, iyi gibi görünen kötülüğü ve kötüleri fark edebilmek...

Velhasılı kelam, 'Kanatlı'nın dediği gibi: "... devamlı iyiyi düşünün, iyiye, iyiye yönelin."

02 Ekim 2015

Okumak, Çalışmak ve Sorun Çözmek

Sözüm daha çok öğrenci kardeşlerime. İşi gücü olanlara bir şey demek haddimiz değil zaten ama okumalarına da bir mani yok hani...

Evet, test tekniği iyi bir meziyet. Hele ki günümüzde, test biçimindeki sınavların insan hayatındaki belirleyiciliği düşünüldüğünde, daha da önem kazanıyor bu kabiliyet. Fikrimi açıkça söyleyeyim, ben karşı değilim test sınavlara. Mevcut koşullarda, milyonlarca öğrenci arasında, her yıl en fazla yaklaşık 20 bin kişilik kaliteli üniversite kontenjanının, daha adilane başka türlü belirlenebileceğine inanmıyorum.

Yalnız, sınav odaklı şekilde test tekniğine yoğunlaşan eğitim sistemi ve teknolojinin kolaylık getiren uygulamaları, öğrencileri ‘genel okuma’dan uzaklaştırdığını müşahede ediyorum bazen. Aslında ülkemizde okuma genel bir sorun olabilir ama öğrenciler açısından bu daha büyük bir sorun bence.

TÜİK verilerine göre, ülkemizde insanların ortalama 75 yıl civarı ömrü varmış. Tüm insanları ve insanlığın tarihini düşününce ne önemi var ki bu sürenin? İşte kitaplar, tüm insanlığın o ortak tarihi bilgi ve tecrübe havuzundan gelerek, insana, bildiği şeylerin hiç hesaba katmadığı boyutlarını, hiç bilmediği ve belki bilemeyeceği, hiç yaşamadığı ve belki yaşayamayacağı bilgi ve deneyimleri hazır biçimde sunar. Büyük bir nimettir aslında bu. Bambaşka bakış açılarını, hiç düşünmediği noktaları ve belki de hayal dahi edemeyeceği boyutları insanın zihnine getirir. Ufkunu açar, dimağını genişletir, analiz kabiliyeti verir ve analitik düşünebilme yeteneğini artırır. Kısacası, kafayı çalıştırır okumak.

Kastım ders kitapları değil, onları zaten okumak gerek dersleri geçmek için. Asıl katkı sunacak olan diğer kitaplardır. Herhangi bir tür, konu veya yazar bile belirtmeye gerek yok. Okumak öyle bir şey ki, içine girdikçe, yetkinleştikçe uzmanlaşır insan. Mühim olan bir yerden başlamak. Bir süre sonra, neye ilgi duyduğunu, neyi beğendiğini, insan tamamıyla kendi belirleyebilir. Aslolan okumayı bir alışkanlık haline getirebilmektir. Bunu kazanmaya bakmak lazım. Bu konuda insanın kendine hedef koyması iyi bir hareket noktası olabilir. ‘Yılda en az şu kadar kitap okuyacağım’ veya ‘günde en az şu kadar sayfa okuyacağım’ diye başlangıçta, insan kendine hedef koyabilir. Göreceksiniz işe yarayacak, zamanla okumanın alışkanlık haline geldiğini göreceksiniz.
Anamın Köydeki çiçeklerinden...

Hiç unutmam, yazları, 'Kanatlı' bizi bağ-bostan beklemeye gönderirdi, çocuk ve öğrenciyken. Benim yabana giderken bir hedefim de, en az elli sayfa okumaktı, misal. Bu okuma bitene kadar, zaten aradan birkaç saat geçer, biz de ‘bekleme’ işini halletmiş olurduk, pratik faydasını da gördük yani!

Bu neden önemli, çünkü ileriki yaşlarda ve iş hayatında, bence özellikle öğrencilik döneminde yeterince okumayanlar, çalışma disiplini ve sorun çözme konusunda tökezliyorlar. Her şey bir test sorusu kadar basit olmalı sanki. Her şey bir bilgisayar tuşuna dokununca çözülmeli, cep telefonuna indirilecek bir uygulama adeta tüm meseleleri halletmeli. Maalesef yok böyle bir dünya!

Üretmek ve sorun çözmek için dirsek çürütmek gerekiyor. İlave olarak, iyi bir analiz kabiliyeti ve analitik düşünme becerisi de lazım. Ve bu da, öyle hemen kazanılmıyor ne yazık ki, yıllarca edinilecek bilgilerle, kendinizin veya başkalarının tecrübelerinden öğrenilerek içselleştiriliyor. Bunun en kısa yolu da, okumaktan geçiyor. Bu arada, unutmayalım, “İkra!” şeklindeki o ilk ilahi emrin “Oku!” manasına gelmesinin de bir anlamı olmalı…

Ha, tüm bunlar, ‘hayatta başarılı olmayı garanti eder mi?’, bilmiyorum ama işe yarayacaktır bir gün, emin olun. Bir de, hayat kısa ama uzun bir maraton gibidir de, neticeye bakmak lazım…

Son not: Akıl vermek, sorun çözmek demek değildir. Sorun çözmek, müdahil olmayı gerektirir.

Akıl verme, sorun çöz!

30 Eylül 2015

'Taha Uşağı'

Mehmet Öyke (Eylül 2015)
'Kanatlı' böyle derdi ona; "Taha Uşağı (Oğlu)". Zira merhum Sâdın emmi, aslının 'Berecik Efendileri'ne dayandığını söylerdi. İşte onun oğlu ve rahmetli Hâtın'ın oğulluğu (üvey evladı) olan Mehmet Öyke, esasında öksüz büyümüş, hep bizim köylerde çalışmış, burada evlenip çoluk çocuğa karışmış ve şimdilerde ise Köyde mukim en son civelektir (fakir). Yani, atadan babadan miras kalmadan, sadece karın tokluğuna Köyü bekleyen bir garip. Bana sorarsanız bu toprağın gerçek sahiplerinden biri o, çünkü doğrudan hiçbir menfaat beklentisi olmadan öylesine samimiyetle bağlı ki bu toprağa. Hele o 'eski ağalar'a duyduğu hasret öyle derin ve içten ki, her seferinde onları andıkça gözlerinin dolması, adeta insanı kendi hâlinden utandırıyor. Hepsine ayrı ayrı kıymet veriyor ve hepsini genelde iki kelime ile özetliyor: "Ekmek sahibiydiler." (Sofraları herkese açıktı, cömertlerdi). Yalnız Bahir emmiye duyduğu muhabbet bambaşka, onu andığı zaman içinde bir şeylerin cız ettiği nasıl da belli oluyor. Cuma Sani emminin yiğitliğini çok methediyor. Halil emminin iyi niyetini ve şakacılığını, Dedemin nüktedanlığını, ağır başlılığını ve söz sahipliğini hep vurguluyor.

İyi bir hafıza sahibi ve hoş bir sohbet adamı olan Mehmet Öyke, şehit haberi duyunca gözleri yaşaracak kadar da hakiki bir vatanseverdir. Çok hasbihâlim oldu kendisiyle, kimisinde 'Kanatlı' da vardı, eskilere dair çok anekdot öğrendim ondan. Bana göre, Köyde bir devrin son temsilcisi ve hafızası o. Umarım hakkettiği saygı ve değeri her zaman herkesten görür.

26 Eylül 2015

'Haraba'

İlerideki derelik yerden
su akarmış eskiden...
İnsanın yazgısı 'haraba'ya benzer işte, 'haraba' bir mevki adı Köyde. Kesin bir bilgimiz yok ama Hititlerden bile daha eski bir yerleşim yeri muhtemelen, henüz insanlığın altını kullanmadığı bir dönemden kaldığı tahmin edildiği için pek kimsenin de ilgisini çekmez.
Binlerce yıl öncesinden
kalma eşya parçaları...
Kül rengi toprağı en dikkat çekici yanı bu bölgenin, bir de toprağa çok yakından bakınca her taraftaki kilden ve kiremitten küçük eşya parçaları hemen göze çarpar. Şimdilerde küçük köylerin mukim olduğu bu diyar, bundan binlerce yıl öncesinin büyük yerleşim yerlerine mekân olmuş. Hemen civardaki köyde yer alan, haberleşme ve mezar olarak kullandıkları tahmin edilen bir höyük de hemen fark edilir. Şu an topraklık ve bir nevi çöplük olarak kullanılan yakındaki çukurluk alan ise, iddiaya göre toplanma arenalarıymış. Zaman zaman içinde gözyaşı şişelerinin olduğu mezarlar bulunduğu da söyleniyor bu civarda. Şimdi fıstık ağaçlarının rüzgârla sallanan yaprakları ve böcek seslerinden başka çıt çıkmıyor, binlerce yıl öncesinde capcanlı olduğu anlaşılan bu muhitten.
"Nohu'nun Hüyyüğü"

Ahali harabe lafından mülhem 'haraba' der bu çevreye, yanık kül renkli toprağı çorak ve verimsizdir. Zamanında su akarmış aşağıdaki dereden, demek ki boşuna kurmamışlar şehirlerini buraya...
Velhasıl, insanlar geldikleri gibi gittiler toprağa, geride ufak tefek hayat belirtisi kırıntıları kaldı bu 'haraba'da... 

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...