22 Ağustos 2018

Bir Başına...


Bir Başına... 

Bozkırda, 
Gelmez artık, 
Gitti o neşeli günler, o güzel insanlar 
Kaldın bir başına... 
Veya dört arasında Sinmiş ruhlarla 
Yan ki yan yalnızlığına, talihine... 
Sanki bir iç çekiş yaşam 
Ne fayda ne fayda... 
                                                          Dr. Göksel Tiryaki, 22.08.2018, Beşiktaş 
Kış Ortasında... 

Şehirde, yapayalnız 
Hava semsert 
Sulu kar çok seyrek 
Boş hayatlar, 
Bomboş hayaller 
Upuzun yollarda... 
İçerilerse sımsıcak 
İnsanlar daha soğuk... 
                                                      Dr. Göksel Tiryaki, 04.01.2019, Beşiktaş

17 Ağustos 2018

Cemal Hoca

İlk babamdan duymuştum adını. Köyün ilk öğretmeniymiş Cemal Hoca. 'Kanatlı', çok zaman gülümseyerek anlatırdı ona dair hatıralarını. Cemal Hoca, bilinen herhangi bir resmi görevi olmadan, köylünün iaşesini ve barınmasını üstlenmesi karşılığında gönüllü öğretmenlik yapmış Seydimen'de 1940'lı yıllarda. Hem de ne koşullarda ve ne olanaklarla, şaşırmamak elde değil. Esasında o dönem ağaların köy odalarında Hafız gibi sürekli başka kalanlar da varmış. Köyün çocuklarına öğretmenlik yapmasa dahi yine ağaların mekânlarında bir şekilde barınması mümkünmüş. Fakat Cemal Hoca, o günün ve ortamın şartlarında, köyde kaldığı müddetçe özellikle kış aylarında, elinden geldiğince aralarında babamın da olduğu köyün uşaklarına belletmenlik yapmış bir nevi. Bu gayrı resmi ve derme çatma yerlerdeki eğitimin sonunda, herhangi bir diploma ve belge verilmemiş ama babam 'Kanatlı' ömrü boyunca okuduğu Kur'an'ı ve 'eski yazı'yı Cemal Hoca'dan öğrenmişti sanırım.

Bu yaz, köye son gitmemde Servet Emmi'ye denk gelmem çok iyi oldu. Cemal Hoca ve o zamanın koşulları hakkında güzel bir söyleşi yaptım kendisiyle...

14 Ağustos 2018

Attarlık

'Garıp' kitabında 'Attar' isimli bir öykü yazmıştım. Zira attarların çocukluk belleğimizdeki yeri apayrı olmuştur. Bu yaz, köy ziyaretinde biz çocukken sattığı şeker sucuğunu ve bisküvilerini çok yediğimiz eski attarlardan İzanlı (Düzbayır) Ömer Demir abiye rastlamam iyi oldu. Onu, çocukluğumda köyden Gaziantep'e yolculuk ederken köy otobüslerinin arka koltuğundaki heyecanlı konuşmaları ve otobüse çuvalla bir şeyler yüklerkenki o telaşlı hâliyle hatırlıyordum daha çok. Onunla kısa ama gayet samimi ve hoş bir söyleşi yaptık attarlık üzerine:

24 Temmuz 2018

Antep Fıstığının Hikâyesi

Fıstık Ağacı

Ben bir fıstık ağacıyım Barak Ovası’nda
Gücünü yüklenmiş kadim ve sert yurttan,
Dipdinç, dirayetli ama gevrek bir esneklikten o uysal bedenim,
Kıraç toprakların kızıla çalan rengine bulanmışım narince
Sıra sıra baranlarda uzayan ufkun kızıllığına doğru…
Sallanır, süzülürüm “Garbı Yeli”nin tatlı esintisiyle bir akşamüstü sessizce...
Sonra geniş dallarım var tıpkı memleketim ama budanmış, bakımlı,
Sızar sakızlarım budalı yerlerinden, buran, büyüleyen, keskin bir koku eşliğinde,
Yapışkan, sağaltıcı, yoğun mu yoğun, gri bir merhem sanki o özüm...
Yemyeşil kalın yapraklarımda sarımtırak damarlarım gerili
İpince bir şahesermiş gibi desenli...
Taşınır meyvelerime su,
Çağlam yarınlara...
Kızıl renkli taştan, topraktan emilenler, kıpkızıl tohumlarıma yetiştirilerek…

04.06.2020, GOP, İstanbul. Dr. Göksel Tiryaki
Antep Fıstığının Hikâyesi

Bu, antep fıstığının hikâyesidir
Uzun mu uzun
Zahmetli mi zahmetli
Sabır isteyen, meşakkatli bir iştir bu.

Hikâye, henüz bir iki karışlık yabani fıstık fidanının
Eşilen derince çukura dikilmesiyle başlar,
İlk heyecan tutup tutmadığıdır
Ama ondan da önce ‘Kösnü yer mi?’ merakı vardır bir de.

İlk badire, fidanın yerini sevmesi ve tutması ile aşılır,
Lâkin daha kat edecek çok merhale bekler ekincisini
Dile kolay kalem atılacak, yani aşılanacak boyuta gelecek daha yabani fıstıkların bedeni
Nereden bakılsa en az 5-6 yıl karşılıksız çalışılacak fidanlara
Korunacak, bellenecek ve sürülecek her yıl
Tâ ki kaleme gelip kalınlaşana değin.

İnce iş bu kalem dönemi,
Bir kez daha heyecan saracak yetiştiricileri
‘Acaba tutar mı, tutmaz mı?’ diye
Neyse ki yılların maharetli elleriyle yapılan aşıların
Yarıdan fazlası ilk seferde başarılı olur,
Fakat daha yeni başlar ziraatçının esas işi
En azından bir 5-6 yıl daha beklenecek ürün almak için
Tam bir antep fıstığı ağacı içinse en az 15-20 yıl göze alınacak
Yine karşılıksız verilecek emekler ve yüklenilecek masraflar yıllarca
Elbette garantisi yok, arada kuruyanlarına şahit olunacak
Onca yıllık emeğin ve masrafın mahsulü, göz gibi sakınan ağaçlardan…

Daha durunuz, o güzelim kavrulmuş fıstıkların
Yemyeşil fıstık ezmelerinin ortaya çıkmasına çok var,
Hemen hemen tüm yılı eli yüreğinde kaygıyla geçirecek üretici
Bir kere sene kurak mı, yeterli yağış oldu mu, önemli
Baharda, fıstık ağaçları daha yeni uyandığında ayaz kâbusu var
Sonra dolu vuracak mı korkusu atlatılacak
Geçen yıl iyi mahsul alınmışsa ağaçlar yorgundur zaten
Bu şartlarda, kendine yetebilecek, karagözü ve ürünü dökmeyecek mi bakalım?
Ya haşereler ağacın suyunu emip tüketmeyecek mi?
Sıcak vurup kavurmayacak mı?
Kolay mı, koca bir yıl bekleyip ürün kaldırmak?
Hem her şey onca yıl çalışıp yetiştirmek ile bitmez ki
Ürünü hırsızlara kaptırmadan toplayıp ayıklamak lazım
Bir de asıl hırsızlar var tabiî, emek gaspçıları, "Stokçular!"

Borçtan ihtiyaçtan ucuza kaptırılmazsa fıstıklar iyidir
En kötüsü, onca çaba ve para ile yetiştirdiği ürünlerini
Hasat zamanı üç beş kuruşa elden çıkarmak
Ve üç beş ay içinde arkasından bakakalmak
Kaça katlamış fıstık fiyatlarının… 

24 Temmuz 2018, Beşiktaş. Dr. Göksel Tiryaki  

Antep Fıstığı Fotoğrafları

Dijital fotoğraf makinelerinin yaygınlaşması 15 yıl olmuştur. İşte yaklaşık son 15 yıllık bu dönem zarfında hemen her mevsim gittim Barak’a. Çektiğim bir kısım fotoğraflar aşağıdaki videoda, özellikle antep fıstığının hemen her hâline ilişkin fotoğraf var:

Bu da antep fıstığının kabuğundan ayıklanma (kavlatılma) sürecidir:

22 Temmuz 2018

Barak'ın Eski Yapı Dokusu


Barak Odası, Çiftlik (Çütlük)
Fotoğraf: Sedat Demir
Köyler büyük oranda boşaldı Barak'ta da. Ahalinin neredeyse tamamı şehirli artık. Çoğu Barak köyü ya virane ya da beton ve briket şimdilerde. Yine de eski kültürel dokusunu muhafaza eden köylerimiz var yörede. İşte Oğuzeli’ne bağlı Karacaören, Hötoğlu, Demirkonak ve civar köyler, kısmen de olsa bildiğimiz o geleneksel yapıyı yaşatan yerlerden. Eski kerpiç evlerimiz ve diğer bütünleşik mekânlar, hafımızdaki hâlleriyle hâlâ yaşıyor Barak’ın bazı köşelerinde böyle. Kerpiç yapıların ömrü de, nihayetinde onları inşa edenlerinkinden fazla olamıyor işte. Şimdi ayakta kalanlar bile yıkılmayı bekliyor yurtlarında: “Kerpiç dam bu, sıvanmazsa dayanamaz ki kara kışa...”

Fotoğraf: Sedat Demir
Fotoğraf: Sedat Demir
Bin bir zahmetli bu kerpiç yapıları hâlâ koruyan tüm hemşehrilerimizi kutluyoruz. Gerçi şimdilerde çoğu yerde yok ama işte böylesine ocaklık, ahır, ambar, pin (kümes), hâvuş (avlu) olmadan köy mü olur?
Fotoğraf: Faruk Naim
Fotoğraf: Faruk Naim
Fotoğraf: Sedat Demir
Fotoğraf: Sedat Demir
Fotoğraf: Faruk Naim
Fotoğraf: Sedat Demir


Fotoğraf: Faruk Naim
Hani öyle fotoğraflar vardır ya, bir anlık görüntü sayfalar dolusu yazıdan ve uzun uzun nutuklardan daha çok şey anlatır. Yeşil çerçeveli kerpiç damının önünde gün aşmak üzere, akşam sobasının odununu kıran bir Barak anası o. Herkesin ‘medeniyet’e, yani şehre akın ettiği bir zamanda, bozkırın çilekeş ama vefalı ve eli öpülesi bekçileri onlar.Bozkırın anaları onlar. Allah uzun ömür versin.
Fotoğraf: Sedat Demir

18 Temmuz 2018

Davul Zurna ve Barak Kültürü

Garıp, Bir Zamanların Barak Ovası Hikâyeleri isimli kitabımızdaki "Irza" öyküsünden alıntıdır:

“Barak’ta zurna, en temel eğlence enstrümanıdır. Ancak Barak için yanık zurna sesi bir eğlencenin çok ötesinde, içten ve derin bir çığlığa dönüşür çoğu zaman. Onlarca farklı makamdaki içli ezgiler, âdeta geçmişin bütün hüzün ve ıstıraplarını zurnanın o tiz sesiyle dile getirir ve muhatabının yüreğine ve ruhunun en ücra köşelerine kadar işler. İşte bu anlarda, zurna bir eğlence aleti olmaktan ziyade geçmişle bugünün arasına bir hüzün köprüsü kuran gizemli bir çalgıya dönüşür. Eski zamanın ve duyguların bir anlamda yeni kuşağa aktarılmasına vesile olur. Barak’ta eskiden beri, zurna ve ayrılmaz parçası davul olmadan ne nişan ne de düğün olurdu. Zurnanın davuldan farkı illa törensel bir etkinlik gerektirmemesiydi. Barak’ta davul olur olmaz çaldırılmazdı. Mutlaka sünnet, askere gidiş ve evlilik gibi çok önemli bir günde getirtilirdi. Neticede davulun sesi komşu köylere kadar gidebildiğinden, etraftaki insanlara habersiz davul çaldırmak biraz tuhaf karşılanabilirdi. Lâkin zurna öyle değildi işte. O da güçlü bir çalgı aletiydi, ama davul kadar bir seremonisi yoktu. İstenilen hemen her yer ve ortamda çaldırılabilirdi.”

Garıp, Bir Zamanların Barak Ovası Hikâyeleri isimli kitabımızdaki "Garıp" öyküsünden alıntıdır:

"Esasında kimi sözleri uzatılarak, kimi sözleri daha bir vurgulanarak icra edilen Barak uzun havaları, bu yörenin insanı için en önemli duygu dışavurumu ve yansıması olarak görülebilir. Diğer Anadolu insanları gibi Baraklar da duygularını açık şekilde ifade etmeyi pek sevmezler. Türküler, duygu aktarımı ve ifadesi için muazzam bir araçtır. İnsana dair hemen her şey türkülere konu olur ve bir insanın görüp görebileceği en içten biçimde dile gelir âdeta. İşte Barakeli’nde, dost meclislerinden düğün dernek etkinliklerine kadar neredeyse tüm kalabalık ortamların temel eğlence ve gündem maddelerinden biridir Barak havaları. Hüzün tüter Barak’ın neredeyse tüm bu türkülerinden; tıpkı hayatın kendisi gibi. Bu türkülerin arkasında yatan yüzlerce yıllık göç, sürgün, isyan, ıstırap ve özlemler; derin ve duygu dolu ağıtların dokunaklı sözleri ve zurnanın tiz sesiyle buluşmakta, sanki bir çığlığa dönüşmektedir. Barak’ta nesilden nesile aktarılan bu söz ve ezgiler, Barak Kültürü’nün en önemli ürünlerinden sayılabilir. Bir anlamda geçmişi ve gidenleri “unutmadık” demektedirler. Çünkü hem tarihsel olaylardan hem de günlük yaşamdan derin izler taşır bu türküler. Bu türkülerin yüzlerce yıldır Baraklıların hayatında bu denli yer kaplaması ve iz bırakması boşuna değildir. Geçmiş; tüm azameti, haşmeti ve acılarıyla bu türkülerde hâlâ yaşamaktadır. Sanki bu türkülerin her söylenişi, o eski zamanların bir çeşit yâd edilmesi gibidir. Dinleyenler, âdeta o eski zor günleri yaşamış gibi derin düşüncelere dalar genelde. Geçmiş ve anılar, bugünün dertleriyle harman olup savrulur gibi olur bu Barak havaları ile. Bilmeyene ve içinde yoğrulmayana çok dokunamayabilir bu ağıtlar; ama içindeki o içten ve derin hisleri duyumsayabilenler için, artık vazgeçilmez olur Barak Türküleri."

Abdallarımıza çok saygı duyuyorum. Özellikle mesleğini ve sanatını büyük bir tutkuyla icra edenlerine. Barak kültürü bugünlere kadar taşındıysa bunda şüphesiz en büyük pay abdallara aittir, elbette başta da pirleri Dedemoğlu’na. Yaşam biçimi, hayata bakışı, giyimi, yemeği, düzeni, cemaati, toprağı ve ona yaklaşımı, tarzı ve tavrıyla farklıdır Barak. Öte yandan bazılarının anladığı ve kimilerinin de bilerek veya bilmeyerek öyle sunduğu üzere, Barak kültürünün sadece davul zurnaya indirgenmesi bence doğru da değil. Hele ki hiçbir estetik kaygı taşımayan, izbe köşelerde, tuhaf ortamlarda, yiyecek ve içecek artık ve bulaşıkları eşliğinde çekilen görüntülerin yaygınlığı büyük haksızlık. Bu türküler, belki yüzlerce yıl sürmüş göçlerin, hasretlerin, acıların, ıstırapların ve ağır dertlerin birer yansıması gibidir. Herkesin hayatına ve tarzına saygım var. Fakat Barak türkülerini yalnızca belirli ortamların katığıymış gibi sunmak en çok bu derin ve içli türkülere karşı yanlış olur. Biraz estetik ve zarafet (incelik) Barak’ı daha iyi noktalara taşır, daha geniş kitlelere ulaştırır. Bu inceliğin Barak ezgi ve türkülerinden de esirgenmemesi dileğiyle...

11 Temmuz 2018

Barak Odası Nedir?

Barakeli’nde erkek misafirlerin ağırlandığı, tek gözlü genelde dikdörtgen biçimli büyükçe müstakil yapıya ‘oda’ denir. İkramın, sohbetin, eğitimin, kültürün, paylaşımın her türlüsünün dört mevsim yaşandığı ve dağıtıldığı mekândır 'Barak Odası'. Yalnızca varlığın göstergesi değildir orası. Asıl cömertliğin ve cana yakın hasbihâlin otağıdır. Geçmişin ve geleneğin devam ettirildiği yaşayan kültür yuvalarıdır Barak odaları. Bu geleneği ve kültürü bugüne getirenlere rahmet, sürdürmek için emek, zaman, çaba harcayıp her türlü külfete katlananlara selam olsun.

Misal, 'Ayakkabı 'Çütlemek' (Eşleştirmek)' diye bir gelenek vardır. Barak odasına konuk gelenlerin ayakkabıları, içerisi yoğun olduğu ve kapı eşiğinde çıkarılan ayakkabılar karışabileceği için onlar daha çıkmadan oda sahibinin en kıdemsiz hane fertleri tarafından itinayla eşleştirilip yan yana dizilir. 'Çütlemek' derler buna. Bir nevi misafire hürmet göstergesi ve oda sahibinin genç hane halkının oda ananelerini belleyip özümsemesine vesile sayılır bu ayakkabı dizimi.

Yine 'Ortut (Küçük Dal) Toplamak' önemli bir ihtiyaçtı bir zamanlar Barakeli'nde. Ortut, sadece üzüm bağlarının ince dallarına denilmezdi bizim yörede. Hemen hemen tüm küçük dal parçalarına ortut denilirdi sanki. Bilhassa küçük antep fıstığı dallarına. Güz sonu ve kış başı budanmış fıstık bahçelerindeki küçük büyük dalların toplanıp köye taşınması gerekirdi. Zira kışın en önemli yakacak ihtiyacı bu şekilde karşılanıyordu. Hâlâ Barak’ta türlü amaçlar için bu fıstık odunları çok kullanılır. Kaliteli bir közü vardır zaten. Eskiden Barak odalarının hemen hepsinin bir köşesinde ‘mangal yeri’, ‘ocak’ veya ‘paca’ denen boşluklar vardı. Şimdi ‘şömine’ denmeye başladı. İşte o ortutlar en önemli yakacak malzemesiydi Barak odaları için de.
Garıp kitabımızdaki Azap isimli öyküden alıntıdır:

"...
İnsanın ne denli sosyal ve iletişime açık bir varlık olduğunun iyi bir göstergesiydi Barak’ın sohbet meclisleri. Eğlence ve keyif namına pek fazla seçeneği olmayan taşra insanın can simidiydi bilhassa
Hüfney (Hanifi) Mahmut'un Odası
Hüfney (Hanifi) Mehmet'in Odası
bu oda ortamları. Köyler fazla kalabalık olmasa da, aşağı yukarı her türden insana rastlamak mümkündü bu mekânlarda. Zengininden fakirine, köründen topalına, kurnazından safına, akıllısından delisine, düzenbazından laf ebesine, iyilik timsalinden ahlâk abidesine o kadar çeşitli adamlar gelip giderdi ki bu köy odalarına, bir kısım insan okula bile benzetirdi buraları. Kendilerini her türlü ağır işten sakındıran ağa ve ağa çocuklarının belki de ahali için en büyük hizmetiydi bu köy odaları. Esasında tüm bu muhabbet ortamına onların herkesten çok ihtiyacı vardı. Fakat neticede umuma açık olan bu yetişkin erkek odalarından hem köyde bulunanlar hem de yakın civardaki akraba ve tanıdıklar genelde istifade ederdi.

Köyde bir ağalık, kimileri buna adamlık derdi, iddiası olan birinin mutlaka müstakil bir odası olmalıydı. Odanın ilk giriş kısmında yer alan şömine veya yanındaki gaz ocağında her daim çayın ve kahvenin hazır olması gerekirdi. Odanın temizlik ve düzeni önemliydi. Giriş kısmında, genelde ayakkabı ile girilir ve sandalye veya kürsülerde oturulurdu. Ancak daha büyük olan iç oda tabanı
Hüfney (Hanifi) Süleyman'ın Odası
hasırla kaplanmış cins halılarla donatılırdı. Bu iç odanın halılarının duvarla birleştiği tüm kenarlarında sıra sıra yastıklar dizilirdi. İçeride oturanların rahatça geriye yaslanıp yastıklara sökenmeleri için böyle bir düzen elzemdi. Yine, yemek vakti odada bulunanların doyurulması da bir başka zaruri ananeydi. Tüm bunlar, oda sahipliğinin ve tabiî ki ağalığın bir şartıydı. Bazı ağaların sırf bu odaların işleyişinden sorumlu yardımcıları bile olurdu. Yalnız Gadır kesinlikle böyle biri değildi. Ne böyle bir odanın temizlik ve düzeninden anlayacak ne de başkalarına çay ve kahve servisi yapacak tıynette bir adamdı. Hem böyle bir isteği hiç olmamıştı. Onun oda ortamında en sevdiği şey, dönen muhabbetlere kulak misafiri olmak ve eline geçerse orada misafirlere ikram edilen çay, kahve, cıgara ve yemek gibi nimetlerden nasiplenmekti. ..."
'Kanatlı'nın Odası
Özellikle Barak odalarının duvarlarında gömme dolap ve çekmeceler olurdu. 'Mâhmil' denilen kilitli bu gözlerdeki bazı ahşap kutuların içindekiler ise ayrıca merak edilirdi.

Garıp isimli hikâye kitabımızdaki 'Azap Gadır' adlı öyküden alıntıdır:

"... O zamanlar kâğıt ve plastik ambalaj bugünkü kadar yaygın değildi. Lokum ve ceviz sucuğu gibi bazı hazır yiyecekler küçük ahşap sandıklarda olurdu. Şehre gitmek, para sahibi olmak ve şehirden bir şeyler alıp gelmek başlı başına bir olaydı. Bu nedenle, kıymetli şeyleri saklamak için genelde hane reisinin odasında kerpiç duvara gömülü ve kilitli küçük bir dolabı bulunurdu. İşte mâhmil buydu. Hane reisinin değerli eşyalarını muhafaza ettiği bu dolabın, evin 'icyen'leri (çocuklar) için çok daha başka bir anlamı ve önemi vardı. Gerçi şartlar, hane sahibinin bonkörlüğüne ve boğazına ne kadar düşkün olup olmadığına göre değişirdi, ama genelde bu kilitli dolaplarda kuruyemişinden kuru baklavasına, şekerinden lokumuna kadar türlü yemişler de olurdu. Özellikle küçük ahşap sandıklarda olan lokumlar en vazgeçilmezlerden biriydi, işte o çorak bozkırın yoksunluk koşullarında, bu ahşap kutuların kıymetini varın siz hesap edin o çocuklar açısından ..."

Bu arada, yine Cahit Tanyol'un konumuzla ilgili bir makalesinden alınmış ve 'Barak Odası'na ilişkin ilginç bilgiler içeren iki sayfa aşağıdadır. Barak Odası neden mekteptir? Barak'ta yiğit ve cömert kime denir? "Odasına gidilmez onun yorum!" ne demektir?

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...