Merhume Ganime Tiryaki'den geçmişe dair bazı hatıralar, Fahriye ve Beşire ninelerin Seydimen'e gelişi, ödenen bir başlık parası ve rahmetli Bahir Emmi'nin bir sözü: "Bir pullu yağlıklı, zülüflü alacam!"...
Barak Ovası, Antep Fıstığı Diyarı, Barakeli, Barak Kültürü, Anılar ve Hikâyeler... Dr. Göksel Tiryaki
07 Kasım 2015
06 Kasım 2015
Nöker
Merhume Ganime Tiryaki'yi biraz geç tanıdım. 1990'larda 'Kanatlı' ile dünür oldular. Ara ara bize gelirdi. Genelde hep eskilerden cor (söz-laf) açılırdı. O aralar hep dinleyici idim. Fakat çok güngörmüş Ganime Hala'nın anlattıkları ve yaşadıkları ilgimi çekerdi. Gerçi şimdilerde de kolay değil, ama bir zamanlar, ağa kızı da olsa, Barak'ta kadın olmanın ne kadar zor olduğunu çok iyi anlamıştım onun anılarından ve söylediklerinden. Genelde erkeklere, o zamanlar bile, hemen her bakımdan en azından bir şans verilmiş, ama kızların o da olmamış çoğunlukla.
Kasım 2004'te bir bayram ziyareti sırasında anlattıklarını kaydetme fırsatım oldu. Bir ara 'Analık'ının (Üvey Anne) nöker (kuma) geliş hikâyesini anlattı kısaca.
Mevlide Hanım'ın Hâdıra (Kadriye) Hanım üzerine nöker (kuma) gelişi; el âlem: "Biyy fıhâra (fukara-zavallı anlamında), tama (bir hitap şekli) o sening üstüe geliy sening, tovvv tov"...
Not: Anlatımda bahsi geçen "Çetecilik", Gaziantep'in Fransız işgali sırasında, yerli halkın verdiği direniş mücadelesini ima ediyor.
Hâdıra (Kadriye) Hanım (Fotoğraf: Cevdet Tiryaki) |
Mevlide Hanım (Fotoğraf: Servet Tiryaki) |
05 Kasım 2015
Bu Toprağın Hikâyesi
Günlük meşgalelere, anlık
değerlendirmelere ve dar görüşlü yaklaşımlara çok kulak kabartmamalı, uzun soluklu
bakmalı insan, insana, olaylara ve bakıp görebileceği her şeye. Bu
toprak her daim ferasetini, derinliğini ve ufkunu yansıtacak sesler buldu. Âşık
Veysel ile "Benim Sadık Yarim Kara Toprak" oldu bu diyar, Kazancı
Bedih ile "Garip Bir Kuştu Gönlüm"e dönüştü, Mahsuni Şerif ile
yürekteki sancılar bile "Sarhoş" oldu çıktı, Neşet Ertaş ile ise
"Ah Yalan Dünya" olup yine kaldı geride, hoş bir seda eşliğinde... Hüzün hep var oldu ama yeis hiç uğramadı buralara, her şeye rağmen, umut hep hayat buldu...
İnternet (Youtube) sağ olsun, bu dört merhum ozanın kendi sesinden bile bu türkülere ulaşmak çok kolay bugün, onlar bu toprağın gerçek sahipleri olarak yarına kalacak nadide eserler bıraktılar, bakmayın görünürde sesi çok çıkanlara, yarına kalanlar ve yarınlar bu büyük ozanlar gibi derinden derine çağladığı hâlde sesi çok çıkmayanların asıl...
İnternet (Youtube) sağ olsun, bu dört merhum ozanın kendi sesinden bile bu türkülere ulaşmak çok kolay bugün, onlar bu toprağın gerçek sahipleri olarak yarına kalacak nadide eserler bıraktılar, bakmayın görünürde sesi çok çıkanlara, yarına kalanlar ve yarınlar bu büyük ozanlar gibi derinden derine çağladığı hâlde sesi çok çıkmayanların asıl...
İşte o 'hâyat' (avlu) burasıydı, 1990'lı yılların başı, yukarıdaki
çamın fidan hâli, arkada soldaki küçük ağacın yapraklarının
arasından zar zor seçilebiliyor...
|
04 Kasım 2015
Lopçuluk
1990'lı yılların sonu, 'Kasap Kanatlı'... |
Çok çalışkandı, çalışmayanı sevmezdi. Hele başkasının emeğiyle, onların sırtından geçinen insanlardan hiç hazzetmezdi. Mirasyedilik veya hazıra konmak yerine, alınteri ile kazanmak, şu hayatta en önem verdiği şeylerin başında gelirdi. Çocukluğum boyunca, onun hüner ve maharetlerine şahitlik edip durdum hep. Esasında, çekirdekten yetme iyi bir çiftçiydi (kendi ifadesiyle ziraatçı) o, tarladan da bağdan da ağaçtan da tahıldan da iyi anlardı, ama hayvancıydı da, çobandı sonra, nacar ve marangoz olurdu bazen, yapıcılığı da vardı, berberimizdi ara sıra, çok zaman kasaptı, en zayıf olduğu alan olmakla birlikte şofördü de, tamirciliği de vardı, elbette türkücüydü de, tabiî ki muhabbet adamıydı da, velhasılı kelam, her şeyden öte tam bir tertip ve düzen adamıydı.
Peki, tüm bu işlerde tam bir usta mıydı? Belki değildi, gerçi böyle bir iddiası da yoktu. O sadece, köy yerde hâlledilmesi gereken tüm bu işleri, büyük bir özgüven ve cesaretle, kimseye muhtaç olmadan kendisi yapmaya girişirdi. Becerirdi de, belki yapılan tüm bu işler dört dörtlük olmazdı, ama umduğu gibi kimseye de "ağız eğmek" (yardım istemek) zorunda kalmazdı ve kalmadı da.
Hiç unutamam, evin önündeki kırıntı, döküntü ve kümes hayvanı pisliği gibi şeyleri bile, bazen, hiç kimseye söylemeden ve yüksünmeden, gidip süpürgeyi küreği alıp büyük bir alçak gönüllülükle temizlediğine sayısız kere tanık oldum.
Ya, 'Kanatlı' işte böyle bir adamdı, dağ gibiydi...
03 Kasım 2015
"Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!"
'Taha Uşağı' ve 'Kanatlı' yine hasbihâle dalmışlar evin önünde... (Nisan 2014) |
Yazları iş daha çok olduğundan ve güne daha erken başlandığından, haliyle uyanmak biraz daha güç olurdu. Fakat eğer yapılacak işler varsa, herkesten önce kalkan 'Kanatlı', başımızda bu sözleri sürekli tekrarlayarak, "Di, Yallah di!" derdi. Bizi erkenden uyandırma ritüeli gibiydi bu sözler. Esasında kendisi de uyanıp yataktan kalkarken, "Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!" sözlerini tekrarlayarak güne başlardı her daim. Bazen, bizi uyandırmasa dahi, kendi kendine bu 'yakarış'ı andıran sözleri peş peşe söyleyerek işine gücüne baktığına yarı uykulu yarı uyanık şahit olmuşumdur.
İleri kalp rahatsızlığının bir belirtisi de, yere sırtüstü paralel şekilde yatıp rahat uyuyamamaktır. Çarpıntıyla, boğulacakmış gibi bir hisle kalkmaya zorluyormuş kalp insanı bu durumda. Yani, normalde herkese çok kolay gelen o boylu boyunca ve sere serpe yatmanın nasıl da bir nimet olduğunu hatırlamaktır belki bu, bilemiyorum. Son birkaç yılı böyle geçti 'Kanatlı'nın. Hatta vefatından bir gün önceki gecede, sürekli saati sorup durdu. "Niye sabah olmuyor?" dedi ara ara. "Bu zaman niye böyle yavaş ilerliyor?" da dedi birkaç kez. Belki, menzile bir an önce yetişmenin telaşıydı bu, Allah bilir. Belki de, her sabahın, bir umudun ışığı olduğu gerçeğinin gayri ihtiyari bir belirtisidir. Necip Fazıl, "Ne hasta bekler sabahı ... böyle" der bir dizesinde, o zaman daha bir yakından anlamıştım bu şiirin anlamını.
Yaşarken günlerine, üzerine güneş doğmaması düsturuyla başladığı gibi, vefatı da öyle oldu. Güneş daha üzerine doğmadan gitti bu âlemden.
01 Kasım 2015
Culluk
1990'lı yılların sonu, bir bahar günü, Köyün poyraz harman yeri, Anam cullukları yemlerken, 'Kanatlı' da harman yerini teftiş ediyor ileride... |
Culluk - Hindi Eti Bir Barak Ovası Klasiği |
Culluk ve Firik Pilavı Barak'ın Bir Alametifarikası... |
'Kanatlı' da çok mühimserdi culluk yetiştirmeyi; "Culluk eyi olur!" derdi hep.
Nisan ayında böyle yemyeşil olan buğdayların ateşle olgunlaştırılanına 'firik', güneşin sararttıklarına 'unluk' derler Barak'ta... |
Unluk Buğday |
Firik |
30 Ekim 2015
Kesmik
Ocaklık hep önemliydi. Hâlâ da öyledir köy hayatında. Ocaklığı olmayan veya etkin işlemeyen bir köy evi çok eksiktir. Çünkü koca bir köy evinin ihtiyacı, hem maliyet hem de kapasitesi bakımından tüp gaz ocağıyla giderilemeyecek kadar büyük olur. Ekmek yapılmasından yemek pişirilmesine ve hatta su ısıtılmasına kadar pek çok iş için, yer biraz eşilerek, taş ve çamurla yapılan bu ateş ocaklarına gereksinim vardır. Bu ocaklar genelde ocaklık denen kerpiç yapıların içinde olurdu eskiden. Fakat özellikle havanın daha iyi olduğu zamanlar için, bu ocaklıkların yan taraflarına da muhtelif ocaklar yapılır. Genellikle buraların üzerine ve yanlarına gölgelik inşa edilir ve böylece çardak denilen açık ocaklıklar da kullanılır.
Tek göz bir yapı olan ocaklıkların, girişinde ocakların olduğu küçük kısım dışında, daha genişçe bölümü kesmik için ayrılır. Zaten ocaklık demek yakacak demek biraz. İşte kesmik bu yakacakların genel adıdır. Arpa ve buğday gibi tahıl sapları da olur, ince zeytin, üzüm ve antepfıstığı dalları da, fıstık çeltiği ve boş habbeleri de ve hatta gerek duyulursa kerme (katılaşmış hayvan gübresi) bile kesmik olabilir.
Eskiden en makbul kesmik buğday sapıydı. Arpaya göre daha kalın ve diri bir sapı vardır buğdayın. Bu nedenle ocakların tutuşturulması ve yanması için hem daha kullanışlı hem de daha dayanaklıdır. O yüzden, hasat mevsiminden sonra özellikle Haziran ayında, gelecek sonbahar, kış ve ilkbahar aylarında ocakları yakmak için, nerede iyi buğday sapı varsa, itinayla toplanır ve ocaklığa taşınırdı. Bunun için genelde, öncelikle saplar yabanda tırmık denen büyük demir çubuklu bir ekipman tarafından traktör yardımıyla bir araya toplanırdı. Bazen, yine traktör yardımıyla, tapan (ağır ve düz bir demir ekipman) denilen bir alet ile tırmıklamadan önce, biçerdöverin kesmeden yerde bıraktığı buğday sapları kırılırdı, tırmık daha çok sap toplasın diye.
Buğday saplarını taşımak için traktör teknesine (römork) kalın ve ince kavak sırıklarından şebeke (payanda) yapılırdı. 'Kanatlı' bu şebeke işinin de ustasıydı bizde. Ey Allahım, ne telaşlı ve curcunalı olurdu o şebeke yapma süreci, çoğu işimizde olduğu gibi. Bu şebekeler bazen mercimek şahrası (saplı hasadı taşıma) için de kullanılırdı tabiî.
Sap dediğiniz yükte hafif ama çok yer kaplayan bir nesnedir. Traktör teknesi normal şartlarda fazla almaz. Her ne kadar teknenin üzerine birisi, genelde çalışabilecek durumdaki en küçük aile fertleri olurdu bunlar, çıkar ve daha çok sap yüklenmesi için römorka atılan her kucağı tepelerdi ama yeterli değildi sadece bu tepeleme. İşte tekneye monte edilen ahşap şebeke, römorkun kapasitesini bir hayli artırırdı. Saplar boşaltılırken, ocaklığın kesmik saklanan yerine atıldıkça, üzerine çıkıp tepelenirdi de, böylece daha fazla buğday sapının stoklanması sağlanırdı. Buğday sapı arpaya göre daha az tozlu ve yakıcı olurdu sıcakta, bu açıdan da daha iyi bir kesmik türüydü.
Anam ile Ganime ablam, ocaklıkta 'sallama' (kahvaltılık
kalın yufka ekmek) yaparken...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)
|
Bu arada bizim ocaklığı her daim ayakta tutanları da anmadan olmaz sanırım. Yıllar yılı hep iki emektar oldu bizim ocaklarda, biri Anam, diğeri de Gövher yengem, ama bacılarımı da zikretmeden olmaz elbette.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler
"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...