26 Eylül 2015

'Haraba'

İlerideki derelik yerden
su akarmış eskiden...
İnsanın yazgısı 'haraba'ya benzer işte, 'haraba' bir mevki adı Köyde. Kesin bir bilgimiz yok ama Hititlerden bile daha eski bir yerleşim yeri muhtemelen, henüz insanlığın altını kullanmadığı bir dönemden kaldığı tahmin edildiği için pek kimsenin de ilgisini çekmez.
Binlerce yıl öncesinden
kalma eşya parçaları...
Kül rengi toprağı en dikkat çekici yanı bu bölgenin, bir de toprağa çok yakından bakınca her taraftaki kilden ve kiremitten küçük eşya parçaları hemen göze çarpar. Şimdilerde küçük köylerin mukim olduğu bu diyar, bundan binlerce yıl öncesinin büyük yerleşim yerlerine mekân olmuş. Hemen civardaki köyde yer alan, haberleşme ve mezar olarak kullandıkları tahmin edilen bir höyük de hemen fark edilir. Şu an topraklık ve bir nevi çöplük olarak kullanılan yakındaki çukurluk alan ise, iddiaya göre toplanma arenalarıymış. Zaman zaman içinde gözyaşı şişelerinin olduğu mezarlar bulunduğu da söyleniyor bu civarda. Şimdi fıstık ağaçlarının rüzgârla sallanan yaprakları ve böcek seslerinden başka çıt çıkmıyor, binlerce yıl öncesinde capcanlı olduğu anlaşılan bu muhitten.
"Nohu'nun Hüyyüğü"

Ahali harabe lafından mülhem 'haraba' der bu çevreye, yanık kül renkli toprağı çorak ve verimsizdir. Zamanında su akarmış aşağıdaki dereden, demek ki boşuna kurmamışlar şehirlerini buraya...
Velhasıl, insanlar geldikleri gibi gittiler toprağa, geride ufak tefek hayat belirtisi kırıntıları kaldı bu 'haraba'da... 

12 Eylül 2015

Kerpiç Dam

Anam ile Ganime Ablam...
Eski fotoğrafları severim. Tıpkı iyi bir metnin satır araları gibi, resimlerin de ilk bakışta hemen fark edilemeyen ince detayları olur.

1970'li yılların ortaları, dünyaya gelmek üzere olduğum zamanlar. Dedemden Babama kalan, onun deyişiyle o "uğurlu" kerpiç ev işte burası. 1980'lerin başında, bu kerpiç evin hemen garbısına, briket ve betondan "âcer" ev yapılınca, bu "kerpiç dam" da, oldu bizim için eski ev.

Barak Ovası'nın o çorak, kıraç ve kuru yanı hemen gösteriyor kendini bu fotoğrafta. Fakat Anam, "intikamı"nı aldı bu çorak yerden. Sonradan su bollaşınca, hemen her yana ağaç ve çiçek ekti. Şimdi etrafımız biraz yeşilse bunda Anamın kovalarla taşıdığı o suların çok payı vardır.

Anamın, bu kerpiç evin önüne betondan zar zor yaptırdığı o derme çatma seki, nasıl da derli toplu duruyor fotoğrafta. Su taşımak için kullanılan iki büyük külek sekinin sağ tarafında, birinin üzerinde "küfte" yoğurmak için kullanılan küçük bir alüminyum leğen var. Arkada kapının sağında, hamur yoğurmak için daha büyük bir alüminyum leğen, yeni yıkanmış, belli. Demek ki, sabah yufka ekmek yapılmış, kolay değil elbet kaç baş "horanta" (aile), ekmek mühim tabiî. Kapının solunda, Anamın süpürge otundan büyük olasılık kendi yaptığı dışarı süpürgesi hazır kıta bekliyor. Fotoğrafın en sağında, duvarın kenarında ise bu tertip ve düzeni bir çöp tenekesi tamamlıyor. 

Kapının hemen sağında, duvara iptidai bir raf monte edilmiş, ufak tefek "hâcat" (alet edevat) koymak için herhalde, 'Kanatlı'nın işidir bu kesin! Eski evin garbı odasının penceresi açık, içeri havalanıyor, cam kenarında teneke saksıda çiçek olmalı.

Anamın hemen sağında Dedemin kuyusu var. Kuyunun üzerinde, kuyuya sarkıtılan kovanın ipinin makarası için yine kuvvetle muhtemel Babamın idareten yaptığı çatının üstüne, büyük ihtimal küçük çocuklardan birinin ıslattığı döşek atılmış, güneşte kurusun diye sanırım.

06 Eylül 2015

"Ana bize 'hâket' anlatsana!"

1960'lı yılların sonu, Anamın
kucağında ilk çocuğu
Tuncer Ağabeyim...
Köye elektrik 1981'de geldi. Ondan öncesi, lamba, fener veya ele geçerse 'löküs' ışığıydı. Çocukluğumun o karanlık gecelerinde, belleğimde iz bırakan en güzel şeylerden biri Anamın anlattığı hikâye tadındaki masallardı. Muhtemelen o da, anasından atasından duymuştu 'hâket' dediği bu masalları, kanaatimce biraz da kendisi ilave ediyordu muhayyilesinden. Fakat öyle hoşumuza giderdi ki, tüm kardeşler ağzının içine bakar, hiç bitmesin isterdik. Ama gün boyu dışarının, evin, o kadar çocuğun ve sair işlerin yükü omzunda olan Anamın, bizi kırmamakla beraber yorgunluktan fazla takati de kalmazdı çoğu zaman.

Geçenlerde, dünyaca ünlü bir yazarın yazım serüvenini öğrendim. Kitap yazmaya başlamadan önce, çocuklarına, sonradan seri halinde kitaplaştıracağı kahramanla ilgili doğaçlama masallar anlatırmış. Aklıma, nedense Anam geldi. Sonra, bir insanın nerede ve hangi koşullar içinde doğduğunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha düşündüm. Her zaman daha iyi şartlarda doğup büyüyenlerden illa daha iyi sonuçlar ortaya çıkmıyor ama zor ve pek elverişli olmayan koşullar, insan hayatında çok belirleyici oluyor işte.

Siz bakmayın bazı babaların kimi zaman 'evladım' diye aşırı gururlanmalarına ve caka satmalarına, çocukları her yönden esas biçimlendiren analardır. İyi bakın etrafınıza, genelde anası nasılsa, çocukları da üç aşağı beş yukarı öyledir.

26 Ağustos 2015

Hafız

Seydimen’in güneybatı ucunda, köyün yetişkin erkeklerinin bir araya geldiği, Y. Ağa'nın odası denen, bir giriş ve genişçe bir salondan müteşekkil yapının giriş kısmında, ocaktaki acı kahvenin kokusu ortalığa buram buram yayılıyordu sabahın erken vakti. Bir yandan ocakta ağır ağır olgunlaşan bu acı kahve beklenirken, bir yandan ağızlarda yanan cıgara kâğıdına sarılı kaçak tütünün yoğun dumanı, neredeyse göz gözü görmeyecek biçimde odanın giriş kısmına dağılmıştı. İçeridekiler için gayet olağan olan bu görüntü, ortama yabancı olanları ilk girdiklerinde sersemletecek kadar ağır bir havaydı aslında. İçeriye istenilen şeyleri, bazen dışarıdan getiren çocukların, buraya girip çıktıktan sonra dumandan etkilenip hafif sendeleyerek yürümeleri, arada karşılaşılan durumlardandı o zamanlar. Bu çorak bozkırda o dönem, sabahın erken vakti acı kahve veya bulunabilirse çay eşliğinde kaçak tütün öyle böyle bir alışkanlık değildi. Ölçü bir iki cıgara kâğıdı sarımı değil, ceplerde taşınan ve tabaka denilen tütün kaplarındaki tütünün bitmesiydi. Kimse içilen cıgara âdetine bakmaz, tabakasındaki tütün miktarına göre hareket ederdi. Tütün, kendi tabakasında bitti veya az kaldıysa bir başkasının tabakasına uzanırdı. Bir kişi de, eğer tabakasını masa veya başka açık bir yerde tutuyorsa, kimse o tabakaya uzanmak için izin bile istemezdi sahibinden doğru düzgün. Ortalığa bırakılmış tütün tabakası, sanki herkesin kullanımına açık demekti. Hâliyle, bir nevi umuma açık ve karşılıksız kahve işletmesi gibi olan bu odalar, kaçak tütünlerin sıradan bir şeymiş gibi habire sarılıp içildiği mekânlardı.

O zamanlarda çay ve kahve tütünden daha kıymetliydi. Tütün, Anadolu’nun yakın kısımlarında, her ne kadar izne tabi de olsa, daha çok üretildiğinden Barak Ovası’ndakiler için ulaşması nispeten daha kolaydı. Kahve, sıklıkla Halep’ten getirilen ve herkeste bulunmayan özel bir içecekti. Çay ise kolay bulunmazdı. Bu nedenle, hayatını yıllardır Y. Ağa’nın bu odasında geçiren Hafız, hiçbir kahve tanesini dahi ziyan etmeden çok itinalı bir şekilde yeşil kahve çekirdeklerini kavurur ve sonra dibekte dikkatle döverdi. Gerçi bu işleri daha önce yapmıştı, şimdi, esasen dünden sabırla pişirilmiş kahvenin biraz ısıtılma süreci yaşanıyordu. Acı kahveyi damıtarak pişirme serüveni o kadar kolay ve basit değildi. Acı kahveyi, farklı büyüklükteki cezvelerde birbirlerine aktararak yavaş yavaş dikkatle köz veya ocak üstünde pişirmek uzmanlık istiyordu. İşte yıllardır herkesin uğrak yeri bu odayı kendine mesken tutmuş Hafız, zamanla acı kahve pişirmenin iyi bir ustası olmuştu. Onun kahvesi köyde iyice meşhur olduğundan, epeydir her sabah köyün ileri gelenleri gözlerini açtıktan sonra soluğu Y. Ağa’nın odasında alırdı. Hafız da, bu durumu kanıksamış olacak ki, her sabah ilk iş kahve cezvelerini yoklar ve duruma göre mangalın veya ocağın ateşini yakardı.
Hafız'a mesken olan o 'oda' ve yanındaki yaşlı dut ağacının
mevcut hâli...

Hafız, yaşı artık kemale ermiş, çok güngörmüş, tabaat sahibi, nüktedan, muzip ve garip bir adamdı. Bundan yaklaşık 15 sene önce bir öğleden sonra ansızın çıkıp gelmişti Y. Ağa’nın odasının yanına. Köyün en güney ucundaki yerlerden biri olduğu için, bu oda, Suriye ve komşu ‘emmioğlu’ Nohu köyü tarafından gelenleri ilk karşılayan binaydı Seydimen’de. O gün, yaya olarak uzun mesafe kat eden Hafız, susuzluktan damağı kurumuş ve nefes nefese odanın yanındaki büyük dut ağacının gölgesinde oturanların yanına kendini zor atmıştı. Niyeti, suyunu içip biraz soluklanıp Antep’e doğru bir vasıta bulmak ümidiyle yoluna devam etmekti. Ancak Hafız için Seydimen’e geliş o geliş olmuştu. 

"Ağanın yeri yüksek
Kurulmuş dut gölgesine,
Seyreder âlemi,
Garibin yolu uzun, suyu yok
Kuru damağını ıslatmak ister."

Hafız, daha selam dahi vermeden hemen oracıkta düzdüğü bu sözler oturanların hiç beklemediği bir şeydi. Aslında giysileri çok eski ve düzensiz olmayan, fakat üstü başı toz içinde, yorgun ve terden yüzü gözü ıslanmış bu adamın, su veya soluklanmak için yaklaştığı belliydi ama bu girizgâh, zaten muhabbet düşkünü Y. Ağa'nın da hoşuna gitmişti.

"Hey babanın gülü, suyumuz çok, yerimiz geniş, selamsız bile olsa misafire gönlümüz de soframız da açık" dedi hemen Y. Ağa.

Hafız, bu hazır cevaptan gayet memnun şekilde yorgunluğuna rağmen hemen selamını verdi, hazirûn da aldı. Hafız'a ağacın gölgesindeki satıl denen ahşap su kovasından koca bir tasla su ikram edildi. Bu arada Y. Ağa: "Nereden gelir, nereye gidersin Garip?" diye sordu. Hafız, Suriye'den geldiğini Allah nereyi nasip ederse oraya gideceğini söyledi. Y. Ağa, "Yolun uzun, sonu belli değil, otur hele" dedi Hafız'a.

Hafız'ın tam olarak nereli olduğunu kimse öğrenemedi hiçbir zaman. Soranlara, memleketi olarak hep "Suriye" derdi ama daha fazla detaya girdiğine kimse şahit olmamıştı. Bazıları tüm bu gizemden hareketle, 'namus meselesi' derdi Hafız'ın bu memleket belirsizliğinin sebebi olarak. Bu durum kanıksandı, kimse de fazla kurcalamazdı Hafız'ın geçmişini, o da anlatmazdı keza. Ama geçmişine dair tüm bu muğlaklığa inat, sanki adının hakkını verir gibi Hafız'da güçlü bir hafıza, ezber yeteneği ve sözlü anlatım meziyeti vardı. Barak Türkmenleri'nin neredeyse tüm destansı hikâyelerini, meselelerini, ağıtlarını, türkülerini bilir, sanki onları yaşamış, birebir görmüş gibi anlatır ve söylerdi. Hâliyle o dut ağacının altında, geldiği ilk gün, bu konular da, her zamanki gibi, çok çabuk açıldı. Hafız'ın, Barakların geçmişine dair bildikleri ve anlatma kabiliyeti hazırda olanların hemen dikkati çekti. Herkes, büyük bir hayret ve şaşkınlıkla, Hafız'ın bu mevzulara hâkimiyetini ilgiyle dinliyordu. Zaman çabuk ilerlemiş ve güneş batmaya yüz tutmuştu. Böyle bir vakitte, Barakeli'nde hiçbir ağanın mekânından kimse gönderilmezdi. Nitekim öyle de oldu. Hafız'ın muhabbetine bir hayli ısınan Y. Ağa, Hafız'ın bir ara gitmeye yeltenmesini fark edince, "Hiç kımıldama, ayıp" dedi. Barak kültürünü çok iyi bilen Hafız, bunun anlamını biliyordu. Misafir edilecekti. Esasında Hafız da, Y. Ağa ve çevresindekilere yakınlık hissetmiş, bu insanların hayata bakışından hoşnutluk duymuş ve ortama hemen alışmıştı. Gidecek bir yeri ve varacak bir hedefi olmayan Hafız, o gece diye konaklayacağı Y. Ağa'nın bu misafir odasına, içinde birkaç parça şahsi eşyası olan çıkını ile bundan böyle adam akıllı yerleşip kalacaktı.

Barak'da, oda denen ve ağanın evinin yakınında yapılan, giriş ve genişçe bir odadan müteşekkil bu iki gözlü yapılar, ağanın gece hariç vaktinin büyük kısmını geçirdiği yerlerdi. Sabahtan yatsıya kadar ağa, yetişkin erkek yakınları, çalışanları ve şendik denen erkek misafirleri bu odanın içinde veya gölgesinde vakit geçirirdi. Yatıya kalan erkek misafirler de, geceyi bu odalarda geçirirdi. Kendine ait bir tuvaleti de olan bu odalar, sahibinin ailesinin ikâmet ettiği evden bütünüyle bağı kopmuş binalardır. Yalnızca, misafirlere yemek ve sair ikramlar evden getirilirdi. Velhasıl, misafirlerin yatıya kalacağı bir yer olarak tasarlanan Y. Ağa'nın bu odası, artık Hafız'ın da evi gibi olmuştu.

İşte bu mekânın giriş kısmında Hafız, şimdi, büyük oranda dün hazırladığı acı kahveyi yavaş yavaş ısıtmakla meşguldü. Y. Ağa, köydeki tüm kardeşleri ve her zamanki ekip hazır olunca, kahve vaktinin geldiğini ima eder gibi: "Oldu mu Hafız?" diyerek kahve cezvesini işaret etti. Hafız, öyle olmasa da, sanki bu talimatı bekliyormuş gibi, hemen Y. Ağa'nın büyük ağabeyinden başlayarak, güzel desenli ve kulpsuz kahve fincanları ile odada hazır bulunanlara birer, isteyene ikişer defa acı kahve servis etti. Bu kahve ikramı, ortamdaki kahve kokusunu biraz daha artırdı ve sigara dumanının o ağır havasını bir nebze dindirdi. Hafız'ın kahve servisi tam bitirmişti ki, dışarıdan;

"Sâdın, Sâdın, Sâdın" şeklinde bir bağırtı duyuldu.

Hafız, böyle bir anı beklermiş gibi, "Yeri ağam yeri, seninki hazır üçüncü de durmuşken çık istersen, sabah sabah acı kulağımız biraz pas tutsun!" diyerek Sâdın Emmi'ye hafiften takıldı.  Köyün mülk sahibi olmayan fakirlerinden olan Sâdın Emmi, durumu hemen anladı. Ortamdakilere fazla rahatsızlık vermemek için, çok da gönüllü olmayan bir edayla, "Tehov, tehov" diyerek, sol elinde cıgarası ve sağ elini memnuniyetsizliğini sergilercesine sallayarak, içeridekilerin gülümser vaziyette bakışları arasında kapıdan çıktı.

Çağıran Hâtın'dı. Sâdın Emmi'nin zevcesi. Hafız'ın da dikkat çektiği şey, Hâtın'ın Sâdın Emmi'yi çağırma sıklığı ve biçimiydi. Köyde, Hâtın'ın mütemadiyen Sâdın Emmi'yi bağırarak çağırmasını duymayan kalmamıştı herhâlde. Artık alışkanlıktan mı yoksa başka bir nedenden midir, bilinmez, Hâtın, Sâdın Emmi'yi, hep böyle bağırarak ve sürekli ismini tekrarlayarak, amacına ulaşana, sesini ona işitene kadar çağırırdı. Sâdın Emmi de, sanki kasıtlı şekilde, cevap vermek için bir süre beklerdi. Bu arada zavallı Hâtın nefesi kesilene kadar bağırıp dururdu. Bugün de, Hâtın, sabah erkenden, Y. Ağa'nın odasının hemen ilerisinde, köyün en Güneybatı kısmında yer alan topraklığa, çamur yapmak için toprak almaya gelmişti. O zamanlar Barakeli'nde, her köyün topraklık denen ortak bir yeri olurdu. Kerpiç evlerin her yıl özellikle kış koşulları için bakımının yapılması gerekirdi. Bunun için özellikle boz denen beyaz toprak aranırdı. Beyaz toprak ve onu güçlendirmek için içerisine katılan samanla yapılan çamur ile kerpiç duvarlar, başta sıvası dökülen yerler olmak üzere, elden geçirilirdi. Böylelikle kışın yağışlarla gelen suların sıvaların arasından sızarak kerpiç duvarlara zarar vermesi engellenmeye çalışılırdı. Hâtın da, yaklaşan kışa hazırlık kabilinden, fırsat bulduğu bu günde topraklığa el arası ve birkaç çuvalla gelmiş ve epey bir toprağı eleyip çamur yapmaya hazır hâle getirmişti. Ancak yerden kazıp eleyerek çuvalladığı toprakları zar zor el arabasına yüklemekle birlikte, el arabasını kolayca itememişti. Toprak yüklü el arabasını, topraklıktan Y. Ağa'nın odasının yakınına getirene kadar kan ter içinde kalmış, sonra el arabasını bırakarak Sâdın Emmi'yi çağırmaya karar vermişti.

Sabah güneşi yükseldikçe odadaki kalabalık da birer birer ayrılıyordu. Ancak hâlâ birkaç kişi sessiz şekilde bekleyişini sürdürüyordu. Kimseye takılmadan fazla duramayan Hafız, bu sefer köyün bir başka garibine sardırmaya karar verdi. Sabah, odaya herkesten önce gelen Zennüp Hüseyin, köşede dalgın gözlerle kapıya bakıyordu. Ne kimseyi dinler ne de bir şeyle alakadar olur gibi bir hâli vardı. Hafız, "Ne o Hüseyin, Hacov'a su götürmüyor musun bugün? Bak davar birazdan tuza gelecek, bir an önce git suyunu al, kuyuda su biriksin, davarı susuz bırakma şu sıcakta!" diyerek muzip bir şekilde gülüyordu. Hacov, Zennüp Hüseyin'in üç yıl önce veremden vefat etmiş eşiydi. Hacov'un ölümünden sonra köy, eşine az rastlanır bir olaya tanıklık etti. Başka bir akrabası ve çocuğu olmayan Zennüp Hüseyin ölen hanımının toprak mezarına öyle bir ilgi gösterdi ki, herkes şaşırmıştı. Sonradan mermer veya başka bir taş işçiliği yapılmasa da, o zamanlar köyde mezarlara pek yaptırılmazdı bu tür işler, Hacov'un toprak mezarı çok muntazam şekilde düzgündü. Mezarlık kıraç bir yer olmasına rağmen mezarın üzerindeki toprak yükseltideki tüm taşları seçmiş ve tertemiz yapmıştı Zennüp Hüseyin. Çorak ve kupkuru görünümlü mezarlıkta, Hacov'un başucuna cins bir dut ağacı dikmişti. Bugün bile mezarlıkta az sayıda olan nispeten iyi durumdaki ağaçlardan biri, Zennüp Hüseyin diktiği bu dut ağacıdır. Mezarın üzerindeki toprak yığına da çeşit çeşit çiçek ve bitki ekmişti. Zennüp Hüseyin, bu ağaç ve bitkilere özenli bakımını hiç aksatmadan üç yıldır sürdürüyordu. Yazın o sıcağında elinde bidonlarla, mezarın ağaç ve çiçeklerini sulamak için Zennüp Hüseyin'in su taşıdığını köyde görmeyen kalmamıştı. Artık bir vefa duygusunun tecellisi mi yoksa başka bir sebepten mi, bu yaşta bir adamın ölmüş hanımının mezarına böyle itina göstermesi pek alışıldık bir durum değildi köyde. İşte Hafız, şakayla karışık bu durumu ima ediyordu kendince. Hafız'ı iyi bilen Zennüp Hüseyin, önce çok oralı olmadı ama kalkıp da kapıya doğru yönelirken, "İşine bak yorum, sen işine bak!" dedi ve sonra da ilave etti: “Hacov'un hiç olmazsa mezarına bakan biri var, senin o da olmayacak zavallı!" diye yarı ciddi yarı şaka lafını ederek kapıdan çıktı.

Zennüp Hüseyin de bu dünyayı terk edeli çok oldu. O gittikten
çok sonra, Hacov'un mezarının son hâli böyle şimdi. Mezarın
başucuna dikilen o dut ağacı da çalıya dönüşmüş durumda.
Doğrusu Hafız, kendisi ne kadar herkese takılmayı, sözle dokunmayı adet edinmişse, herkesten de bu tür lafları duymaya alışmıştı. Hafız, Barak'da millet için gülme mevzusu olmanın ne denli ağır bir durum olduğunu bildiğinden, genelde yüzlerde birer tebessüm hâsıl eden bu takılmaların neticesi olarak, insanların da ileri geri kendine laf etmelerini anlayabiliyordu. Bu topraklarda, bir insan için kendisine gülünmesi başa gelebilecek en kötü hâllerden biri olarak görülür. El âleme rezil olmamak ki insanın kendisine gülünmesi bunların başında gelirdi, neredeyse tek başına bir hayat düsturu olmuştur. Çok gülmenin yılışıklık ve ciddiyetsizlik alameti sayıldığı geniş bir coğrafyada, bu tür bir endişenin oluşması da gayet doğaldı elbet.

Sonunda, odada Y. Ağa, onun küçük kardeşlerinden Hacı Mahmut Ağa ile Hafız kalmıştı. Hafız bu kez, Mahmut Ağa'yı hedef olarak seçmişti ama kapıda beliren 'Kanatlı' bu hevesini yarım bıraktı. 'Kanatlı', Mahmut Ağa'nın oğullarından Kemal'di. Babası, çocuğun küçüklüğünden itibaren tez canlılığı, hızlı iş yapma becerisi ve çalışkanlığından dolayı ona bu lakabı takmıştı. Hatta bu lakabı, nüfusa kaydettirirken ikinci isim olarak da yazdırmıştı. Ona 'Kanatlı' diye hitap etmekten de hiç vazgeçmemişti. 'Kanatlı'nın bu vakitte, bir odanın yanında görülmesi sık karşılaşılan bir şey değildi. Sürekli bir işlerle meşgul olması vakayı adiye olan 'Kanatlı'nın, bu saatte Y. Ağa'nın odasının önünde belirmesi içeridekilerin dikkatini çekti. Tabiî herkesten önce Mahmut Ağa, "Ne oldu Kanatlı?" şeklinde hemen söze girdi. 'Kanatlı', "Massey çalışmıyor, ne yapalım, tamirci mi çağırsak?" diye cevap verdi.

1950'den sonra Anadolu'nun geneli gibi, Barakeli'nde de, tarımda makineleşme hız kazanmıştı. Artık köylerde birer ikişer traktörler görülüyordu. Hem Osmanlıca hem de yeni yazıyı gayet iyi bilen Mahmut Ağa, o dönemin koşullarında liseye kadar okumuş nadir kişilerdendi ve yaşadığı çağı iyi takip eden biriydi. Traktörlerin yeni yeni ortalıkta gözükmeye başladığı bir anda, köyde herkesten önce gidip hemen bayiye yazılmıştı. Yarısı harmanda ödenmek üzere, o zamanda iyi bir paraya Massey Ferguson marka ithal bir traktörü satın almıştı. Yalnız modern anlamda lastik tekerlekli ilk traktör örneklerinden olan bu araçlar, gaz yağı ve mazot karışımı bir yakıtla, aracın önündeki marş kolunun bir süre çevrilmesi suretiyle çalıştırılıyordu. Yani, bu aracı çalıştırmak kullanmaktan çok daha zordu. Bu sebeple herhangi bir iş görürken çok zorunlu olmadıkça traktörü istop ettirmeyi kimse aklından bile geçirmezdi. İşte bugün de sabahtan beri, Mahmut Ağa'nın oğulları İsmet ve Kemal, traktörü çalıştırmaya çabalıyordu. Henüz motor mekaniğine yeni yeni aşina olan bir topluluk için traktörün çalışması başlı başına bir olaydı. Çoğu kişi, sırf nasıl çalıştığını görmek için hemen traktörün başına toplanırdı. Bugün, traktörün çalışmamakta ısrarcı olması, meraklı bakış sayısını daha da artırmıştı. Uzaktan, kalabalığın traktörün başında toplandığını gören Mahmut Ağa, "Ooo, millete film gerek zaten" diye içinden geçirdi. Kalabalığa yaklaşınca traktörün çalışması için her kafadan muhtelif fikirler çıktığına şahit oldu. Çoğu kimse, motor ve mekanik uzmanı kesilmişti adeta ve ne cin fikirli öneriler ortaya atılıyordu. En son, traktörü iterek çalıştırma yoluna gitmeye karar verildi. Bu arada köyün neredeyse tüm erkekleri traktörün etrafına toplanmıştı. Tabiî, Hafız bu, o da bu curcunadan uzak duramazdı. Kalabalığa biraz yakın bir mesafede çömelmiş, tabakasından cıgarasını sararken, bir yandan da olup bitenleri izliyordu. Traktörün bir türlü çalıştırılamayıp da itilmesi gündeme gelince, kalabalık bir anda hareketlenmiş ve traktörü, köyün kuzeyindeki Harman yerinin nispeten yüksekçe olan en üst kısmına bir gayret elbirliğiyle itmişlerdi. Tüm bu olup bitenlerden dolayı canının sıkıldığı belli olan Mahmut Ağa kendince söyleniyordu. Hafız, tam da bu anda, yine her zamanki işgüzarlığı ile döktürdü:

"Frenk bezinden Massey'in gömleği
Dayanmaz buna Mahmut'un yüreği
Son durak gölün başı
İtele Mamov itele."

Hafız, Mahmut Ağa'nın tepkisini gayet iyi tahmin ediyordu. Ağa'nın bu kızgın hâliyle kendisine yöneleceğini bile bile bu sözleri etmişti. Daha Mahmut Ağa'nın kendisine doğru hareketlenmesine fırsat vermeden köyün en büyüğü T. Ağa'nın odasının yolunu tutmuştu bile. Mahmut Ağa, bir gözle traktörün akıbetini izlerken, bir yandan da eliyle Hafız'a doğru kızgınlığını belli edecek şekilde, "Seninle sonra görüşeceğiz" tarzı hareketler ima ediyordu. Fakat Hafız yine lafını etmiş, hızlı adımlarla T. Ağa'nın odasına kendini atmıştı. Nefes nefese odaya girdiğini gören T. Ağa, "Ne o Hafız, kimden kaçıyorsun gene?" dedi. Hafız, "Valla, yok bir şey Ağa, biraz sizin Hacı Mahmut'u kızdırdım da" dedi hafif bir tebessümle. Hafız'ın marifetleri konusunda yeterince tecrübeli olan T. Ağa, "Yorum Hafız, ölene kadar vazgeçmeyeceksin bu huyundan zaar" diye kendisi de tebessüm ederek, başını 'nasıl bir adam bu Hafız' dercesine sağa sola salladı. Sonra da, "Hafız, iyi oldu gelmen, akşama mühim misafirlerimiz var, aşiretin büyükleri geliyor, herkes hazırlık görüyor burada, şu acı kahveden sen ilgilen." şeklinde devam etti.

Hafız, en iyi bildiği iş acı kahve konusunda hemen kollarını sıvadı. Zaten bu tür geniş katılımlı ve ziyafet şeklinde geçen muhabbet ortamlarını severdi. Ne de olsa cemaat adamıydı. Üstelik davetlilerin Barak Türkmenleri'nin ileri gelenlerinden olması, gecede tam da iyi bildiği Barak sözlü kültürünün en önemli gündem maddesi olacağına delil gibiydi. Beklediği gibi de olmuştu. Gün boyu, T. Ağa'nın ev halkı, azapları ve ortakçıları el birliğiyle ortalığı düzenleyip temizledi, kuzular kesildi, büyük siyah kazanlarda odun ateşiyle et kaynatıldı. Etin suyu ile o senenin taze buğdaylarından mamul firiklerle ve başka çeşit tahıllarla pilavlar ve sair geleneksel yemekler yapıldı. Velhasıl iyi bir ziyafet için gerekli tüm hazırlıklar görülmüştü. Hatta ola ki gelenler ister diye, arakılar dahi getirilmişti. Zira bu denli geniş katılımlı ve ciddi toplantılarda pek içilmezdi. Ne olur ne olmazdı, fazla tanınmayan insanlarla içki sohbetinin nereye varacağı hiç belli olmazdı hakeza. O nedenle, arakı, düğünlerin, bazı dost meclislerinin ve dar kapsamlı ziyafetlerin bir eğlencesiydi genelde.

Gece, ta akşamdan itibaren çok güzel başladı ve öylece, neşeli biçimde de bitti. Barak Türkmenleri'nin önce gelen tüm oymak ve aşiretlerinden büyükler katılmıştı. T. Ağa'nın odası, köydeki diğer odalardan farklı biçimde, ilave bir göz odaya daha sahipti. İşte bu geniş iki büyük salon ve odanın giriş kısmı dolmuş, içeride yer bulamayanlara dışarıda, sekide, sofra açılmıştı. Hafız gece boyunca neredeyse ayaktaydı. Çok keyifliydi. Tüm misafirlere ve köy halkına, büyük cezvelerle kendi hazırladığı acı kahveden defalarca ikram etti. Davetlilere sadece kahve sunmuyor, her zamanki nüktedanlığı ile onlarla hasbihâl de ediyordu. Temelde buraların bir garibi, yabancısı olmakla birlikte, aradan geçen zamanda öyle bir benimsemişti ki bu toprağı, tüm çevreyi en az eski bir Seydimenli kadar iyi biliyor ve hemen herkesi tanıyordu. Onun insanlarla o candan sohbetine şahit olanlar sanki kırk yıllık bir dostluğun bakiyesini sürüyor gibi düşünürdü. Öyle samimi ve içtendi Hafız. Zira hesap yoktu Hafız'da. Ne geçmişe, ne bugüne, ne de geleceğe dair bir şeylerin hesabını kurmuyordu hiç. Anı yaşıyordu, anda vardı, anda dem buluyordu bir nevi. Hiçbir kaygısı yoktu, sadece yaşıyordu. Hem de keyfi nasıl isterse, hiçbir şeyi zorlamadan. Onun bu haleti ruhiyesine her zaman değil belki ama bazen gıpta edenler bir hayli fazlaydı aslında köyde. Bir keresinde, herkesin önemli ve derin bir köy mevzusuna daldıkları bir anda, Hafız'ın küçük bir muziplikle bazı yüzlerde tebessüm hâsıl etmesi, Mahmut Ağa tarafından, "Bu kafada olasın da, yaşayasın" şeklinde ifade edilmişti. Esasında, Hafız gibi bir yabancının daha önce hiç tanınmadığı bir yerde, böylesi bir ev sahipliğine ve ikrama mazhar olması da, işte bu hasletinin bir neticesiydi. Seydimenliler, sanki kendilerinde eksik kalan bir yanı, Hafız'ın mevcudiyeti ile gideriyordu.

Hafız, o gece, geç vakit hâlinden çok memnun ayrıldı T. Ağa'nın odasından. Uzun zamandır böylesi koyu bir hasbihâlin içinde olmamıştı. Ekseriyetle ne kadar konuşkan bir insan olsa da, yakın zamanda bu kadar çok konuştuğu ve güldüğü bir günü hatırlamıyordu. Bu düşüncelerle, o yoğun kalabalık dağıldıktan sonra, çoğu zaman olduğu gibi yine bir başına Y. Ağa'nın odasına doğru uyumak üzere yürümeye başladı. Gece vakit ilerlemiş, gökyüzündeki ay dışında ortalığı aydınlatan hiçbir ışık zerresi kalmamıştı. Karanlıkta Y. Ağa'nın odasına yürüyen Hafız, odaya girdikten sonra cebindeki çakmağın ışığıyla yatağının yerine baktı sadece. Şimdi, tekrar lambayla falan uğraşmak istemiyordu. Çok iyi geçen bir günün ve gecenin ardından, yorgun ama huzurlu bedenini biraz dinlendirmek istiyordu. Bu duygularla, yattığı odanın kıble camından gökyüzünde parlayan ayı seyrederek uykuya daldı.

Sabah erken vakit, genelde olduğu üzere, Zennüp Hüseyin odaya ilk gelen kişi oldu. Yalnızlıktan mı yoksa yaşlılıktan mıdır, bilinmez Zennüp Hüseyin geceleri rahat uyuyamazdı, sıklıkla sabahı zor ederdi. Güneşin ilk ışıklarını görünce de hemen kalkar, evinde varsa, çoklukla olmazdı, bir iki bardak çok koyu çay demler, kaçak tütünle onu içerdi. Güneşin biraz kendini belli etmesiyle birlikte de, o aralar Y. Ağa'nın odasının yolunu tutardı. Bugün de öyle yapmıştı. Bazen geldiğinde Hafız henüz uyanmamış olur, bazen de yeni uyanmış veya acı kahveyle uğraşır bulurdu. Bugün de henüz Hafız'ın uyanmadığı günlerden diye düşündü, fazla ses etmeden odanın giriş kısmında bulduğu bir sandalyeye ilişti. Bir müddet yalnız kaldıktan sonra, köyün yetişkin erkekleri birer ikişer gelmeye başladılar. Güneş tam kendini belli etmeye başlamışken bu sefer, Y. Ağa da geldi. İçeriye girer girmez, "Hey babanın gülü, bizim Hafız geceden kalma olmuş yorum" dedi, onun yokluğunu fark ederek. Sonra da Zennüp Hüseyin'e, "Uyandır hele şunu, alıştırdı bizi, kahve olmadan nasıl biz bize gelek?" diye gülümsedi. Zennüp Hüseyin kendinden beklenmedik bir atiklikle içeride yatan Hafız'ın yanına gitti. Zennüp Hüseyin'nin hemen "Hafız, Hafız" şeklinde hızlı hızlı seslenişi duyulmaya başlandı. Ancak bir an kısa bir sessizlik oldu. Akabinde, "Erreyy, Hafız ölmüş yorum!" şeklinde üzgün sesi duyuldu. Giriştekiler, derhal Hafız'ın yattığı odaya geçti ve Hafız'ın yarı açık gözlerini ve kaskatı vücudunu hemen fark ettiler. Bir anda hiç kimse tek kelime edememiş, yalnızca şaşkın gözlerle herkes Hafız'ın başında birbirine bakakalmıştı.

Hafız 68 yaşındaydı. Öldüğü güne kadar, kimse Hafız'dan bir yerinin ağrıdığını veya bir rahatsızlığı olduğunu hiç duymamıştı. Hafız, Seydimen'e geldiği günden beri hep aynı görünürdü neredeyse köydeki hemen herkese. Bu kadar neşeli bir gün ve geceni ardından böylesi bir gidiş herkesi afallatmıştı. Seydimen'de o güne kadar ne kimse Hafız'ın böyle ansızın öleceğini düşünmüştü ne de ölümü o neşeli adama kondurmuştu. Ecel bu hayat dolu adamı, bir gece vakti, bir başına, uykusunda yakalamıştı. Hafız'ın cenazesini görenler, yarı açık gözlerinin ve kafasının odanın Suriye yönüne bakan kıble penceresine baktığını ve kafasını sanki o tarafa doğru uzattığını hayretle fark etmişlerdi. 

Bütün köy, Y. Ağa'nın odasının etrafına toplanmıştı. Herkes sessiz, şaşkın ve meraklı gözlerle etrafa bakınıyordu. Toplananlar, köyün büyüklerinden bir şeyler duymak ister gibiydi. Kimse ne yapılacağını bilemiyordu. Hafız, geride ne bir akraba ne bir evlat ne de başka bir isim bırakmıştı. Hayattayken sadece yaşadığı gibi ölürken de sadece ölmüştü. Bundan sonrası kalanları işiydi. Köyün ileri gelenleri odanın giriş kısmında bir aradaydı. T. Ağa, herkesin bakışının üzerinde olduğunu hissettiği için bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu. Aslında köyde normal bir cenaze olsa herkes ne yapacağını bilirdi. Hafız'ın durumu karışıktı. Bir kere, nereye gömülecekti? Ailesi gelecek miydi? Kime haber vereceklerdi? Bunlar belirsiz olduğundan herkes birilerinin karar vermesini bekliyordu. T. Ağa söze girdi: "Yorum görüyorsunuz, hiç beklenen bir şey değildi bu, daha dün o keyifli hâliyle beraberdik. Hafız, ne geride ne de önünde bir şey bırakmadı. Öylece çekti gitti. Haber verebileceğimiz bir kimse dahi söylemedi. Bir yakınını bilen varsa söylesin. Cenazesini öylece ortada bırakıp duramayız. O kadar tuz ekmek olduk, içli dışlı bulunduk, Hafız artık bizden biri olmuştu. Onu da bizden biri gibi mezarlığımıza gömmekten başka çare yok. Ne dersiniz?" dedi içeridekilere. Hazırdakiler, zaten bir an önce karar verilmesini bekliyordu, cenazenin öylece bekletilmesi hiç içlerine sinmiyordu. Bu, alışık olunan bir durum da değildi keza. T. Ağa'nın önerisine, başta Y. Ağa olmak üzere, herkes sıcak baktığını belli etti. Bu şartlarda yapılabilecek daha makul bir şey de yok gibiydi. Mahmut Ağa, "O zaman beklemenin âlemi yok, defin işlerine başlayalım, gençler kazma kürekle mezarlığa..." dedi ayağa kalkarak. Sanki herkes böylesine bir ateşleme beklermişcesine hep birden ayağa kalktı. Bundan sonrası daha önce çokça deneyimlenmiş bir rutindi.

Önce odanın arkasına dut ağacının yanına büyük taşlardan bir ocak yapıldı ve içine çalı çırpı ve odun yerleştirildi. Metal varillerin ikiye bölünmesiyle yapılan marbıl denen büyük su kabı taş ocağın üzerine yerleştirildi. İçerisi yarıya kadar su dolduruldu. Anadolu'nun ilginç bir âdetidir; cenaze, ılık suyla son kez yıkanırdı. Hafız'ın bedeni son kez bu ısıtılan suyla yıkanacaktı. Mahmut Ağa, oğlu 'Kanatlı'ya, "Nohu'ya ulaş, Hoca ve masayı al da gel" dedi. 'Kanatlı', her zamanki çevikliğiyle hızlı adımlarla Seydimen'in yaklaşık iki kilometre güneyindeki Nohu köyüne doğru yola koyuldu.

Birkaç saat içinde, bir at arabasıyla ahşap ölü yıkama masası ile hoca gelmişti. Ölü yıkama masası, iki metre uzunluğunda ve bir metre genişliğinde, ortası hafif çukurumsu, kenarlarında cenazenin baş, kol ve bacaklarını yerleştirmeye yarayan oyukların yer aldığı dikdörtgen şeklinde bir masaydı. Bu masa, Hafız'ın ilk kez karşılandığı o odanın yanındaki büyük dut ağacının altına yerleştirildi. Hoca, cenazeyi yıkamak üzere hazırlandı. Hafız'ın cenazesi, uyurken üzerine örttüğü eski yorganı sarılı vaziyette bu masaya yatırıldı. Çevre evlerden dört büyük kilim getirildi. Masanın dört bir yanına sekiz kişi tarafından bu kilimler, elle tutulmak suretiyle gerildi. Maksat cenazenin mahremiyetine hürmet ve çocukların meraklı bakışlarından saklamaktı onu. Hoca, kefen bezini Hafız'ın cenazesinin üzerine örttü önce, sonra sarılı olduğu yorganı kaldırdı ve üzeri kefenle örtülü hâlde giysilerini çıkarmaya başladı. Daha sonra yorganı ve giysilerini masadan alıp kenarda bekleyenlere verdi. Hafız'ın cenazesi, artık kefen bezinin altında öylece kaskatı yatıyordu. Hoca ısınan suyu eliyle kontrol etti, sıcaklığın kâfi olduğunu işaret ederek, bir tas ve iki satıl ile bu sudan getirilmesini istedi. Sonra da, cenazenin başından başlayarak, dualar mırıldanarak kefen bezini tamamen kaldırmadan kısım kısım Hafız'ın bedenini son kez yıkamaya başladı. Ortalığa kısmi bir sessizlik hâkimdi. Sağda solda öbek öbek toplanmış insanlar kendi aralarında kısık sesle konuşuyorlardı. Ses kabilinden çevredeki en baskın şey, masadan aşağıya dökülen suyun şırıltısıydı.

Hafız, ömrünün son demlerini kalabalık cemaatlerde, hoş sohbetlerle yaşadı ama yalnız bir adam olarak öldü. Köyde, ölümüne üzülmeyen ve bu duruma şaşıp kalmayan hiç kimse yoktu. Kimseye bir zararı dokunmayan bu garibin ölümüne herkes yanmıştı ama tek bir gözyaşı da dökülmedi arkasından, neticede, her şeye rağmen 'eloğlu el'di Hafız herkes için.  

Seydimen mezarlığının alt kısmı, Hafız'ın da defnedildiği
bu bölgede, mezarlar yerle bir olmuş hâlde. Buradaki
mezarları, ne bilen ne de hatırlayan kaldı şimdi.
Hafız'ın o büyük dut ağacının altında başlayan Seydimen macerası, yine o dut ağacının altında son kez ölü masasında yıkanarak nihayete eriyordu. Bugün, eskisi kadar gür olmasa da o dut ağacı, o odanın atıl durumda sayılabilecek binasıyla birlikte hâlâ yerinde durur. Ancak köyün mezarlığının alt başında, çukur bir bölgeye defnedilen Hafız'ın naaşının tam olarak hangi mezarda olduğunu, tıpkı Zennüp Hüseyin'in ima ettiği gibi, hatırlayan dahi kalmadı.

Bu toprakların üstünden altına göçüp gidenlerin ruhuna el-Fatiha!

05 Temmuz 2015

Zıbın - Zubun

Şimdilerde günlük hayatta neredeyse hiç giyene rastlanmıyor ama çocukluğumuzda köyde az da olsa zıbın giyen olurdu. Merhum Meryem (Meyro) ninem, Hatın ve Avaş 'bibi'ler, hep zıbınlı halleriyle hâlâ belleğimde canlılığını korur. Tabiî, 'ahmediye' denilen turuncu başlığı, artık kıymetinden mi yoksa sadece özel zamanlara has olmasından mı, o zamanlarda da günlük hayatta pek giyen olmazdı. Benim açımdan işin bir garipliği de, bu kıyafeti giyenlerin bile 'köylü esvabı' şeklinde onu nitelemeleriydi. Köynek, kuşak ve başlıktan oluşan bu kıyafet, günümüzde dahi Barak Ovası'nın en önemli folklorik ananelerinden biridir. Bilhassa düğün halaylarında bayan katılımcıların favori yöresel kostümüdür bu zubunlar.

Her ne kadar ablaları Saliha (Sâlhey) ve Elif teyzelerim hâlâ kullanmasına rağmen, Anamın zubun giydiğine pek şahit olmamışımdır. Gene de köyde en gözde zıbın tedarikçilerinden biridir Anam. Gerektiğinde heveslilerine boy boy zıbın sağladığına kaç kez tanık oldum, hatırlamıyorum doğrusu. Yine bir bahar günü, 90'lı yıllarda, torunlarını yukarıda yer alan resimlerdeki gibi giydirmiş, bana da yeğenlerimin bu şirin hallerini evin önünde fotoğraflamak düşmüştü.
Barak'ta "Ahmediye" olarak bilinen geleneksel turuncu başlık...

19 Haziran 2015

Memir

Hayat hep güllük gülistanlık değil elbet. Her daim iyilik ve güzellikler yaşanmıyor bu dünyada, her toprak parçasında zaman zaman tatsız anlara şahit olunmuştur. Toplumun farklı olana ve tam olarak anlaşılamayana karşı tutumu, bazen çok acımasız olabiliyor maalesef.

Fotoğraf: Cahit TANYOL, Baraklarda Örf ve Âdet
Araştırmaları, Sosyoloji Dergisi, 9. Sayı, 1954, sf. 101.
Hayatın günlere değil de, daha zamana ayarlı olduğu yıllardı. Artık ilkbaharın sonuydu. Güneşin kavurucu sıcağı, Mayıs ayının bittiğini ve Barak Ovası'na hâkim olacak iş dolu yaz günlerinin müjdecisi gibiydi. Eskiler yazın gelişine çok önem verir ve içlerini çocuksu bir heyecan kaplardı. Bu hallerini, zaten çok erken kalkmalarına rağmen daha da erkenden, ortalıkta pek ışık zerresi yokken uyanmalarından görebilirdiniz. Aslında, bu kadar erken kalkmalarına kimsenin gıkı çıkmazdı da, köylerde işler henüz tamamıyla kol gücüyle dönmekteydi. Bu yüzden her evde iş gücü mahiyetinde yeter sayıda erkeğin bulunması neredeyse bir tür anane haline gelmişti. Bir adamın gerektiğinde birden fazla evlenmesinin veya birkaç erkek çocuğu olsun diye uğraşmasının altında da çoğu zaman bu saik yatardı.

Esasında güngörmüş bu insanların, horozlardan bile önce kalkmalarında yılların damıtılmış tecrübelerinin ağırlığı da bir hayli fazlaydı. Zira Barak Ovası'nda Mayıstan sonra cehennem sıcakları etkisini hafiften gösterir. Güneydeki Suriye çöllerinin sıcağı sanki buralara kadar gelir ve hayatı günün belli saatleri için bile olsa durdururdu. Özellikle kuvvetli sıcakların hâkim olduğu yaz günlerinin öğle sularında insanlar kabuklarına çekilir, iş güç ancak evlerde görülebilirdi. Gene de faâl dedikleri günlükçüleri çalıştıranlar için gün aralıksız sürerdi. Gün ortasındaki bunaltıcı sıcağa rağmen hasat zamanının harman işleri aksatılmadan bitirilmeye çalışılırdı. Bu nedenle çok erken kalkmak, bir nevi zamandan tasarruf etmek ve öğle sıcağındaki kavurucu havanın randıman düşürücü etkisini savuşturmak açısından önemliydi. Hele ki karın tokluğu ve barınma karşılığı çalışmak olan azaplık veya ortakçılık yapıyorsanız zaman sizin için daha mühim olur. Bu durumda, ne gündelikle ne de herhangi bir ücret karşılığı çalışılmadığından, işiniz ve emeğiniz sizin geçiminizdir. Yanında çalıştığınız ağanın işlerinin görülmesi hayatınızın rahat bir şekilde idamesi için bir çeşit zarurettir. Zaten Birinci Dünya Savaşı ve akabinde Fransız işgalinin kıtlık günleri ile sınanmış ve makineleşmenin henüz hayata çok az katıldığı veya hiç girmediği bir dönemde, iş ve emek en büyük nimet sayılırdı. Aslında çoğu kimse için hâlâ da öyledir.  

Eskiler tüm bu bilgece tecrübeleri yakinen tatmış ve pek çoğu içinde bir ömür harcamışlardır. Bu yüzden, çalışmaktan avuçlarında nasırdan ve onun sertliğinden başka bir şey kalmamış olan Abov Dayı'nın, sabahın köründe ahşap bir merdiven olan süllümün başında, damda yatan çocuklarına seslenişinde, sözünü ettiğimiz deneyimlerin önemli payı vardır. Lakin bu kadar erken kalkışı yalnız bir zaman kazanma telaşı ile açıklamak da doğru olmaz elbet. Gidilecek mercimek yolması öncesi, ahırdaki hayvanların bakımları ve yemlenmelerine, namaz kılanların ibadetlerini edaları, gün içinde her zaman geri dönülemeyebileceği için gerekli erzak ve yiyeceğin denkleştirilip hazırlanması hep vakit alan işler o zamanın köy hayatında. İşte tüm bunlar, hayat pratiğinin Abov Dayı'ya öğrettiği basit ama yalın gerçeklerden derlenenlerdi.

Abov Dayı 65 yaşında eski bir azap olmasına rağmen o zamanlar Seydimen Köyü'nde Y. Ağa'nın yanında ortakçılık yapıyordu. Hayatı hep çalışmakla geçmiş bu yaşlı adamın dinçliği de, yıllardır işleyen bir demir gibi sabır ve kanaat dolu bir azmin eseri hakikatte. Daha üç yaşında, Suriye'nin bir Arap köyünün mezarlığında, Y. Ağa'nın babası H. Ağa tarafından kimsesiz olarak bulunup himaye altına alınmasından bu yaşına kadar, Seydimen'in dışına çıkmamış ve neredeyse bir günü boş geçmemiştir. Anadolu'da o dönem çoğu adamın gurbetle tanışmasına, belki de tek vesile olan askerlik görevi bile Abov Dayı'ya, zamanında nüfusa kayıtlı olmadığı için uğramamıştır. Sonradan çocuklarıyla beraber kendi nüfus kaydı da yapılırken, askerlik için elverişli yaşı çoktan geçmişti Abov Dayı’nın. Hiç durmaksızın akıp giden iş güç dolu zor günler yıllardır hep peşindeydi. Gerçi o, bu durumdan rahatsız falan değildi, bilakis kış günlerinde nispeten boş geçen saatlerden daha çok rahatsızlık duymuştur. Bu rahatsızlık sebebiyle olacak ki, daha küçük yaşından itibaren yatsı namazı sonrası hemen yatmayı adet edinmişti. İşin aslı o zamanlar, ne gündüzün yorgunluğundan ne de gecenin zifiri karanlığından, kimsenin bir şey yapmaya ne takati ve ne de niyeti olurdu hakeza.

Abov Dayı, H. Ağa'nın destek ve yardımıyla Emine Hanım ile evlenmişti. Daha sonra, Hasan, Abit, Âvaş, Memir ve Zehra sırasıyla dünyaya gelmiş, bu topraklarla bir de ailesel bağı oluşmuştu. Böylece geçmişi konusunda eskiden daha çok hissettiği merak duygusu, neredeyse kaybolmuştu. Kaderin çizdiği yepyeni yollar, insanın geçmişle olan ilgisini ve bağını giderek zayıflatabiliyor. Geçmiş anılmadıkça yok olan hatıralardan ibaret aslında insan için. Onları canlı tutan insanın belleği, oradaki öncelik ve önemleri de hafızada kalıcılıklarını belirliyor. Çok sağlam bir temeli yoksa bellekte hatıraların, günlük meşgalelerin heyulası arasında kaybolup gitmeye mahkûmdur geçmiş.    

Merhum H. Ağa'nın oğulları köyü paylaştıktan sonra Abov Dayı Y. Ağa'ya düşen topraklar üzerinde ikamet etmeye başlamış, ortakçılık yaparken bir yandan da onun malı ve hayvanları ile ilgilenmekteydi. Bazen Y. Ağa'nın kardeşleri, hatır ve yardım kabilinden, Abov Dayı'ya 'şekere' için toprak tahsis ederlerdi ama onun esas işi ve görevi Y. Ağa'nın mülkünün idaresiydi. Bir baba gibi gördüğü H. Ağa'nın ölmesine bir hayli üzülen Abov Dayı, çocuklarının ve hanımının çok istemelerine rağmen Nizip'e gitmek istememiş, "Bu topraklar benim yurdum, ayrılamam" demişti. Kendisine ait olmayan bit toprak parçasına böylesi bir bağlılık, ancak yıkılırcasına çalışmayı adet haline getirmiş böylesi sebatkâr bir adama yakışırdı zaten. Hep yaşadığı toprağa öylesine bağlanmıştı ki, köyün çoğu azabı, ortakçısı ve civeleği köyün hâlihazırdaki en büyüğü T. Ağa'nın etrafına toplanmışken, o H. Ağa'nın evine yerleşen Y. Ağa'nın evine hep yakın yaşadığından, oradan bir türlü ayrılamamıştı.
Abov Dayı ve ailesi Y. Ağa'nın toprakları üzerinde yaşıyor ve genelde onun işlerini yapıyor olmakla birlikte, köyün kalanın işleriyle de gücü ve zamanı yettiği ölçüde ilgilenmeyi alışkanlık haline getirmişti. Ne zaman boş kalsa ya iş gören birinin yanına gider ya da başta T. Ağa olmak üzere, kimin görülmesi gereken bir işi varsa oraya yönelirdi. Aslına bakılırsa o zamanki köy hayatında, köyün en kıdemli ağasının işleri halledilmeden diğerlerinin kendi işiyle uğraşması pek yakışık almazdı. Kendi malı mülkü olanlar ve hatta ağanın küçük kardeşleri için bile geçerliydi bu anane. Özellikle ekim ve hasat zamanları bu nedenle tam bir koşturmaca şeklinde geçerdi. Herkes bir an önce kendi işine bakmak isterdi bir yandan.

Evet, bir harman zamanı daha, Mayıs ayının son günlerinden birinde Seydimen Köyü'nün şark tarafı Abov Dayı'nın sesiyle uyanmaya başlamıştı. Köyün en erken uyanan cins horozları bile Abov Dayı'nın gür sesinden sonra, ancak ötmeye başladılar. Abov Dayı, oğlu Hasan'a ilk iki seslenmesinden sonra, bu sefer sesinin tonunu biraz daha yükselterek bağırdı:

-"Ulen Hasan, daha kalkmayacak mısın? İşlerden haberin yok herhalde, Hobap'tan adam mı gelecek Hasan?"

Esasında hiçbir yerden adam falan geleceği yoktu. Abov Dayı'nın ailesi daha önce olduğu gibi, ortaklık olarak ekdikleri arazinin bütün hasat işlerini yapacaktı. Bu sesleniş, bir anlamda Hasan'a yerinin ve kimliğinin hatırlatılmasıydı.

Abov Dayı, Hasan'a sesini duyurduktan sonra bir ümit, harman yerinde daha dövülmemiş harmanın üzerinde yattığını tahmin ettiği diğer oğlu Memir'i uyandırmak istemişti. Ama Memir'i istenilen veya tahmin edilen bir yer ve zamanda bulmak çok az kişiye nasip olmuştur. Temel toplumsal alışkanlığımız olan genele fazla uymayanları deli diye yaftalamak Memir için de geçerli olmuştu. Memir, köyün neredeyse tüm kuyularını mesken tutmuş, sürekli inip çıkmakta, sağdan soldan temin ettiği ekmek parçalarını, yiyecek artıklarını özellikle köyün ortasındaki suyu çekilmiş bir kuyuya taşımaktaydı. Söylediğine göre yılanları besliyordu. Bunun söylenceden daha ileri bir durum olduğu, habire elinde yılan taşımasından, arada koynunda bile yılan görülmesinden anlaşılıyordu. Ancak bu görüntüler, zaten üzerine atılı deli ithamının birer karinesi olarak benimsenmiş gibiydi. Bu nedenle pek kimse Memir'e ilişmez, onun da pek kimseyle iletişim kurduğuna rastlanmazdı. Fakat bu durumun, şu anda Abov Dayı için fazla bir önemi yoktu. Onun her zamankinden daha fazla adama ihtiyacı vardı. Zira yolma zamanı artık geçiyordu. Mercimeklerin bir an önce yolunması ve harman yerine taşınıp dövülmesi gerekiyordu. Gerisi daha kolaydı. Siz kolay denildiğine bakmayın, harman savurması ve elenmesi de az meşakkatli bir iş değildi ama buradaki kolaylık zaman baskısının azalmasıydı. Çünkü yolmanın ve harman taşıma işi olan şahranın gecikmesi, hasadın yakıcı ve kurutucu güneşe daha fazla maruz kalmasına neden olurdu. Bu da hasadın yabana saçılarak ziyanına yol açabilirdi. Emeğinden ve üç kuruşluk tohumundan başka sermayesi olmayan Abov Dayı için hasadın her bir habbesi değerliydi. Hasat neticesinde, ürün ortaya çıktıktan ve biderlik tohum ayrıldıktan sonra, kalan mahsul ekilen toprağın sahibi Y. Ağa ile paylaşılacaktı. Ortakçılığın kuralı buydu. Ağa sahip olduğu mülkünü ortaya koyar gariban bedenini, yani emeğini.
   
Memir'in mesken tuttuğu o kurumuş
kuyu, sonradan taş ve toprakla dolmuş.
Bizim evin yakınında olan bu eski
kuyunun üzerine 'Kanatlı' bir
dut ağacı dikmişti. Zira sonradan
kuyuya dolan toprak, çoğu kış küçük
çöküntüler meydana getirirdi.
Ağacın şimdiki durumu böyle.
Anadolu'da ağalığın türlü anlamları ve yaşanışı olsa da, Barak Ovası'nda ağalık başlı başına bir vizyon ve karizma biçiminde görünürdü. Ağa, bilgisi, otoritesi, uzlaştırıcı, dürüst ve iş bilen niteliklerini haiz, bir anlamda politik yanı çok ağır basan bir figürdü. Zaten babadan oğula geçen yönü de bu politik yanın bir tezahürü gibiydi. Tabiî bunun 1900'ün ilk on yıllarındaki Türkiye için geçerli olduğunu da unutmamak gerekir. Bir yönüyle tarihi kökenleri olan bir önderlik ve liderlik arayışının kırsal kesimdeki karşılığı olan ağalık, adaletsiz bir geleneğin devamı olmakla birlikte, 20. yüzyılın ilk yarısında Barak Ovası'nın önemli bir toplumsal gerçekliğiydi. Ağalık, insanların birlik olma ve dışarıya karşı korunma güdülerinin ataerkil bir gücün gölgesinde var oluşuydu da. O zamanın koşullarında, toplum halinde yaşamanın en azından kırsal kesimde doğal bir sonucu olarak görülüyordu sanki. İnsanların tarih boyu kendilerine bir topluluk önderi arayışına girmelerinde belki çok daha fazla faktör söz konusu ama doğrusu bunun uslanmayan bir beşeri alışkanlık ve istek olduğu da açık. Kısacası o vakitler, ağaların ve çocuklarının köyde tam söz sahibi olduğu zamanlardı. Herkesin bildiği, resmi olmayan ama geleneksel bir kural, köy hayatında ağanın varlığını her şeyin merkezine taşıyor gibiydi.

Abov Dayı'nın tam bilincinde olduğu basit ama hayati gerçekler, işte tüm bu tür toplumsal normlardı. O, daha çocukluğundan itibaren bu gelenek ve toplumsal alışkanlıkların içinde yoğrulmuştu. Bu geleneklerin yanlışlığını çoğunluk gibi belki O da biliyordu. Fakat hayatın pratik gerçekleri genelde hakkaniyete uygun düşmüyor işte. Toplumsal olanları gibi tüm alışkanlıklar ekseriyet için bir süre sonra hayatın en önemli kuralı haline gelebiliyor. Yanlış olduğu bilinse bile alışkanlık biçiminde edinilen davranış kalıpları zaman içinde bağımlılık yaparcasına bireylerin üzerine oturabiliyor. Adet haline geliyor neredeyse. Hülasa, Abov Dayı'nın bu erkenciliğini ve aceleciliğini de tüm bu yaşam birikimlerine bağlamak sanırım normal görülebilirdi o zaman için.  

Abov Dayı, oğlu Memir'i uyandırmak için köyün poyrazındaki harman yerine gitmişti. Yolmaya başlamalarının üzerinden ancak bir hafta geçmişti. Bir haftada yoldukları mercimek kucaklarını yabanda bırakmak yerine hemen köye taşımışlardı. Abov Dayı, harmanı yabanda tutmayı pek sevmezdi. Her yolma günü ikindiye kadar, artık sararmaya yüz tutmuş mahsulü üzerindeki bodur mercimek bitkisini kökünden çıkarıp kucak dedikleri küçük yığınlar halinde biriktirirlerdi. Bu kucakların bir araya getirildiği yığına da ravak derlerdi. İkindiden sonra ise, emektar atı rahvanın arkasındaki arabanın üzerine ahşap sırık ve tahtadan yaptığı ve şebeke diye adlandırdıkları kafes benzeri derme çatma yöntemle mercimekleri köye taşırlardı. Her ne kadar Abov Dayı'ya pek uymasa da, şahra genelde yolma işi tamamen bittikten sonra toplu şekilde tüm hasat için yapılırdı köyde.

Abov Dayı tahmin ettiği gibi, Memir'i bulamadı harmanın üzerinde. Hatta yatak ve yastık kabilinden sürekli harmanın yanında tutulan ve gündüz üzeri kalın bir örtüyle kapatılan eski şilteler ve yorgan her zamanki şekilde duruyordu. Demek ki, dünden beri kimse dokunmamıştı bu yatak yorgana. Ya Memir geceyi burada geçirmedi ya da bu malzemelere hiç ihtiyaç duymadan harmanın üzerinde öylece uyudu. Bu durum Abov Dayı'yı pek şaşırtmadı, zira havalar ısındıktan sonra Memir'in geceleri nerede geçirdiği bir muamma gibiydi. Çoğu zaman horantayla beraber sofraya oturması bile istisnaydı bu mevsimde. Nerede ne yer ne içer pek kimse bilmezdi. Kimseye çaktırmadan evde bulduğu çoğunlukla arpa, bazen de buğday ekmeğini ayranla mı yerdi, bazı zamanlar Abov Dayı'nın aklına takılırdı. Zira evde, tel dolaptaki peynir ve sarı yağ dışında her zaman yemek olarak bir şeyler bulmak mümkün değildi. Ki bu yiyecekler de bozulmasın diye aşırı tuzlu şekilde saklanırdı ve doğrudan tüketilmesi zordu. O zaman geriye ya sabahtan kalma o günkü ekmek çeşidinin kalanını ya da Emine Hanımın oğlu için özel olarak ayırdığı yiyecekleri tüketiyor olmalıydı. Ama Memir'in yiyecek içecek konusunda hiç sesli şekilde kimseden bir talepte bulunduğunu işitmemişti. Velhasıl, artık delikanlı çağındaki Memir, diğer işlerinde olduğu gibi, yeme, içme, uyuma gibi ihtiyaçlarını da herkesten farklı olarak giderirdi.     

Abov Dayı'nın Hasan ve Abit'ten sonra üçüncü oğlu olan Memir daha bebekliğinden itibaren farklıydı zaten. Ne tepkileri ne de ilgi duyduğu şeyler normal bir bebekten beklenecek şeyler değildi. Daha bebeklikten itibaren Memir'in toprağa ve üzerindeki börtü böceğe yaklaşımı ve ilgisi dikkate değerdi. Küçücük bir çocuktan yerdeki karınca ve diğer böceklere nasıl müşfik davranması beklenebilir ki? Memir, diğer çocuklardan çok farklı şekilde bu küçük canlıları ürkütmeden saatlerce seyredebilirdi. Bırakın onlara en küçük zarar vermeyi, çoğu zaman yuvalarında "nasıl daha rahat ederler" kaygısıyla karıncaların etrafını taştan çevirirdi. Adeta kale yapardı karınca yuvalarına. Diğer çocukların kuşları avlamak için kurdukları tuzaklar, yuvalarını bozmaları ve sapan kullanmaları ıstıraptı onun küçük yüreğine. Hele o karınca yuvalarını bozanlar, küçük böcekleri ezenler içini burkardı Memir'in. Onun bu masumane küçük canlılardan tek beklentisi sessiz şekilde onları seyredebilmekti. Yani basit bir merak duygusundan öte bir şey değildi meselesi. Tabiî bu durum, diğer çocukların dikkatinden hiç kaçmaz, daha o zamanlar anormalliğine yorulurdu.

Memir'in toprağa ilgisi ise daha bir başkaydı. Daha yeni emeklemeye başladığı zamanlarda bile, evin içinde kerpiç duvarların sıvasının açıldığı yerlerde veya dışarıda toprak üstünde, fırsat bulduğu her an toprağı hemen ağzına götürürdü. Tabiri caizse, bebeklikten itibaren çocukluğu boyunca ciddi bir toprak yeme sorunu vardı. Şimdi dahi, özellikle pürüzsüz beyaz toprak gördüğü zamanlar kendine zor hâkim olurdu. Hatta bazen olamazdı da. Çocukluğu boyunca avuç avuç toprak yediğine köyde şahit olmayan kalmamıştır herhalde.

Memir'in, tüm bunların yanında, her şeye çok çabuk inanan saf bir tarafı da vardı. Çok çekmişti bu hasletinden ama insanlara karşı o masumane iyiniyetini hiç kaybetmiyordu. Sürekli kandırılmanın burukluğuyla, çözümü insanlardan uzak durmakta bulmuştu kendince. Çünkü ne zaman birilerine yakınlık gösterse ya maskara ya da alay edilecek bir durumun içinde bulabiliyordu kendini. İşin aslına bakılacak olursa, neden böyle olduğu konusunda hiçbir fikri de yoktu. İnsanların kinayeli ve ikircikli söz ve davranışlarına bir türlü anlam veremiyordu. Neden böyle bir davranışa gerek duyuluyordu, bir insan sözü niye dolandırır ki? Memir'in pek anlam verebildiği şeyler olamamıştı bunlar. En son, sanırım insanlar kendilerini başkalarından daha akıllı göstermek veya can sıkıntısından kurtulup bir nebze eğlenmek için böyle davranıyorlar diye düşünmeye başlamıştı. Ama Memir insanlara karşı iyiniyetini hep muhafaza ediyor ve her şeye çarçabuk inanmaya meyyal yapısını hiç bozmuyordu. Tek çareyi insanlarla çok fazla muhatap olmamakta bulmuştu, ki öyle de yapıyordu genelde. Bu nedenle küçüklüğünden beri ilgi duyduğu hayvanlara daha fazla yakınlık duymaya başlamıştı. Hatta çoğu kişinin büyük tiksinti duyduğu fare ve yılan gibi hayvanlar bile onun için sıradan hayvanlar halini almıştı. Memir'e göre son derece yalın ve tekdüze bir davranış kalıbı olan tüm bu hayvanlar, insanın yanında daha anlaşılır ve normal kalıyordu. İnsanın gariplikleri ve tuhaf davranışları yanında hiçbir hayvanın esamesi bile okunamazdı. İşin garibi Memir'in hayvanlara gösterdiği yakın ilgi, sanki onlarda da karşılık buluyordu. Bozkırda karşılaşılabilecek en yabani hayvan olan yılanların Memir'e karşı sergilediği uysallık ve tepkisizlik şaşkınlık vericiydi. Memir için yılanlar cebinde ya da üzerinde taşınabilecek kadar yakın canlılar olmuştu. Köyde hiç kimse, bu denli bir arada yaşamasına rağmen, Memir'in herhangi bir hayvan tarafından ne ısırıldığına ne de sokulduğuna tanık olmuştu. Hatta yılanlara karşı bazen köylü için cankurtaran gibiydi. Köylü kadınlar ekmeklerini evlerinin yanında, içerisini topluca kesmik dedikleri sap, çalı, çubuk ve odun parçaları ile doldurdukları ocaklık denilen yapılarda pişirirdi. Bazen taş ve kerpiçten yapılmış bu yapılardaki yakacakların arasında yılan görülmesi önemli olay olurdu. Herkes Memir'i çağırırdı. Memir gayet sakin bir şekilde sap ve çalı çırpının arasına girer, her nasılsa bir anda yılana ulaşır ve onu elleriyle yakalayıp götürürdü. Bir keresinde, elindeki yılanın zorla yere düşürülüp taşla ezilmesi onu fazlasıyla rahatsız etmiş ve bir müddet kimsenin muhitine yılan yakalamaya gitmemişti de millet soluğu köyün büyük ağasının yanında almıştı. Memir, ancak rica minnet köylünün ocaklığında, ahırında ve ambarında gizlenen yılanları çıkarmaya devam etmişti.

Güneşin ilk ışıklarının turuncu çizgileri hafiften belirirken Hasan da Babasının son haykırışlarıyla irkilip kalkmıştı. Babasının ilk seslenişinde uyanmıştı aslında ama sabahın bu tatlı serinliğinde, dam üstündeki hafif nemlenmiş yorganın altından çıkmak için acele davranmak hiç içinden gelmemişti. Sabaha karşı havanın iyice serinlemesi gün boyu sıcaktan bunalan Barak insanının çok hoşuna giderdi. Bilhassa sabaha karşı bu üç dört saatlik muhteşem dinginlik ve serinlik vakti, insanın tüm tembellik ve gevşeme duygularını kabartacak türdendi. Hasan ayağa kalkar kalkmaz hanımı Esma ve çocuklarına seslendi. Esma Hanım Hasan'dan çok daha tez canlı birisi olduğundan çoktan yaban hazırlıklarına girişmişti bile. Lakin çocuklar, sabah serinliğinin tatlı uyuşukluğunda öylesine güzel uyuyorlardı ki, Hasan kıyamadı çocuklara, kendileri yaban hazırlıklarını görene kadar da çocukları uyarmamaya karar verdi. Zaten sabah serinliği öylesine rutubetli bir havaya dönüşüyordu ki, adeta insanın kanınının damarlarında mayıştırıyordu. Ama Hasan'ın 11 yaşındaki büyük oğlu Cuma dedesinin bağırışlarından olsa gerek, çoktan uyanmıştı. Onun hareketlendiğini gören Hasan hemen:

-"Cuma, dün orakları keskinlemeyi unuttum, yabana gidene kadar sen hallet o işi" deyiverdi.
Zaten bir işin ucundan tutma gayesiyle hareketlenen Cuma da her zamanki uysal haliyle:

-"Tamam" dedi ama babasının bu isteğini pek anlamadı doğrusu. Orak, arpa ve buğday hasadında kullanılırdı genelde. Oysa mercimek bitkisi, arpa ve buğdaya göre daha kısa ve samanı daha değerli olduğu için elle köküyle çıkarılırdı, yani yolunurdu. Orakla biçilmezdi. Belki babası bazen mercimeğin içinde karşılaştıkları kalın otları kesmek için istiyor olabilirdi ama Cuma sabahın bu vaktinde bunun sorgulamasını yapmaya hiç niyetli değildi. Kendinden isteneni sessizce yapmaya koyuldu. 

Hasan daha askere bile gitmeden evlendirilmiş, otuzuna geldiğinde dört çocuğa karışmıştı. Hasan babası kadar dış dünyaya kapalı biri değildi. Maddi koşulların ağırlığını ve ortakçılığın yükünü hep üzerinde hissetmiş biriydi. Buna karşılık, kendilerine ait olmayan bu çorak topraklara hiç de babası gibi bağlılık duymuyordu. Bir an önce işleri yoluna koyup şehre gitmeyi ve orada emeğiyle geçinmeyi kafasına koymuştu. Artık gideceği yer Nizip, Antep veya başka bir yer mi olur, orasını tam kestiremiyordu ama gidecekti. İhtiyaç duyarsa yine gelirdi. Zaten bildiği topraklardı burası ve iyice özümsediği işti bu ortakçılık uğraşı.  

Sol tarafta ağaçların olduğu yükselti 'Ali Derviş'...
'Ali Derviş Tepesi'nden 'Karşı Dağ'a doğru
bir yol gider işte böyle...
Hepi topu bir saatlik hazırlık evresinden sonra, maaile yaya olarak mercimek tarlasının yolunu tutmuşlardı. Yalnız Emine Hanım ve evin küçük kızı Zehra köyde kalmıştı. Neticede, evde halledilmesi gereken işler ve ahırda ilgilenilmesi icap eden hayvanlar vardı. Köy yerinde ev, hiçbir zaman ıssız bırakılacak bir mekân değildir zaten. Yarım saatlik bir yürümeden sonra, köyün batısındaki Ali Derviş Höyüğü'nün kuzey tarafında ve 'Ağ Daşın Altı' diye tarif edilen bölgedeki yarı kıraç yarı kepir tarlaya ulaşmışlardı.

Yol boyunca düşünceli olan Abov Dayı, tarlaya ulaştıklarında hafif bir tebessümle arkadan gelenlere seslendi:

-"Helal olsun bizim Memir'e, valla işi yarılamış neredeyse!"  

Memir, tüm aile daha tarlaya gitme hazırlıkları görürken, çoktan mercimek tarlasına gelmiş ve yolmaya başlamıştı mercimekleri. Abov Dayı'nın fark ettiği gibi, geceyi yastık yorgansız harmanın üzerinde geçirmiş ve daha ortalıkta pek ışık huzmesi dahi yokken yola koyulmuştu. Geldiğinden beri yolma işinde, tam beş baş gidip gelmişti Memir. Yani tarlayı enlemesine, bir insanın çömelmiş vaziyette kollarının uzanabileceği genişlik kadar, on kez kat etmişti. Tarlanın yirmi beş metre eninde olduğunu düşündüğümüzde, yani bir buçuk metre kol genişliğinde toplam iki yüz elli metre kadar alanı tek başına o vakte kadar yolmuştu. Zaman baskının bu kadar fazla olduğu bir anda gayet iyi bir iş performansıydı. Abov Dayı'yı bir nebze olsun gülümseten şey, işte böyle özverili yapılan güzel işlerdi.

Tüm aile, kuşluk güneşi iyice yükselip ortalığı ısıtana kadar, sabah serinliğinin de katkısıyla, epey bir mercimek alanını yolmayı başarmıştı. Zaten işin zor kısmı da asıl bu vakitten sonra başlıyordu. Kuşluk çıktıktan sonra güneş sanki Barak Ovası’na daha bir yakınlaşırdı. Ortalık öyle bir dinginleşir, hayvan ve çalışma sesi dışında adeta sessizlik çökerdi. Birkaç cırcır böceğinin hiç değişmeyen melodisiyle ötüşü ortalığı bir nebze kaplardı. Tabiî bir de yolunan mercimek bitkisinin tanelerini barındıran ve yöre insanın ‘badıc’ dediği kurumuş kabukların birbirine değerken çıkardığı hışırtılar olurdu.

Sıcaklık öyle bunaltmıştı ki, bir ara Memir yaptığı işe kesintisiz devam ederken herkesin duyabileceği bir sesle:

-“Şimdi iyi bir çoban iti olasın, küplüğün altındaki çamura giresin, başına küpün suyu da şıp şıp diye damlaya…” diye iç geçirdi.

Haliyle herkeste hafif bir tebessüm hâsıl etti bu garip nida. Küplük, o zamanlar yazları nispeten serin su içmek için kullanılan büyük kilden küplerin evin dışında tutulduğu kerpiçten küçük gölgeliklerdi. Sürekli su doldurulup içildiği ve eskiyen küplerin sızdırması nedeniyle, yerden desteklerle biraz yüksekte duran küplerin altındaki boşluk genelde çamur olurdu. Özellikle yaz günleri, o çamur börtü böceğin mekânı olurdu. Bazen de durumdan istifade etmek isteyen köpekler, bu serin çamuru bunaltıcı sıcaktan geçici bir kaçış yeri yapardı. Çok iyi bir hayvan dostu ve gözlemcisi olan Memir’den başka kim daha iyi anlayabilirdi ki o hayvanların bu motivasyonunun gerekçesini?           

Abov Dayı, kuşluk vakti ancak yarım saat süren ekmek molası hariç, sabahtan beri çalışmanın ve sıcağın etkisiyle iyice terlemiş ve biraz da yorulmuştu. Bir an arkaya doğru şöyle bir göz gezdirdi yolunmuş mercimek kucaklarına doğru. Gözü, sabah getirdikleri ve hayvan postundan yapılma su tuluğunu arıyordu. Çocukları güneşten ısınmasın diye yoldukları mercimek kucaklarından birinin altına koymuş olmalıydı. Sabah yemek yedikleri mercimek kucaklarının olduğu yere doğru gittiğinde, diğer yolma kucaklarından daha kaba duran bir mercimek kucağı yığının altında buldu su tuluğunu. Sabahtan beri işe öylesine yoğunlaşmış Abov Dayı, tulukta çok az su kaldığını hoşnutsuz şekilde fark etti. Bir miktar içtikten sonra, su tulumuyla birlikte ciddi bir uyumla aynı hizayı koruyarak yolma faaliyetine devam eden çocuklarının yanına doğru ilerledi. Yanlarınca varınca, elindeki su tuluğunu göstererek:

-“Uşak suyu bitirmişsiniz.” dedi. Sonra Memir’e yönelerek:

-“Hadi bakalım bir koşu köye git Memir, it olmayı bile göze aldığın şu küplükten bize soğuk su getir, anan taze ekmek versin, öğle yemeği için iyi olur.” diye ilave etti.

Ailenin diğer fertlerinden çok önce işe başlayan Memir, bu tür bir teklifi hiç beklemiyordu. Genelde yolma sırasında köye gidip gelmelere ve bu tür ufak tefek işlere ağabeyinin çocukları gönderilirdi. Ancak sabahtan beri çömelir vaziyette çalışmaktan iki büklüm olmuş ve sıcaktan bunalmış vücudu, daha zihninin durumu düşünmesine fırsat dahi vermeden onu ayağa kaldırmıştı. Babasından aldığı su tulumundaki kalan suyu, ağabeyinin çocuklarına içirir içirmez köyün yolunu tuttu.

Abov Dayı’nın evi Y. Ağa’nın evinin doğusunda, ona yakın bir yerdeydi. Geçen yıl derme çatma şekilde inşa ettikleri küplükte iki evin arasında kalıyordu. Emine Hanım, küplükteki büyük su küpünü, havalar ısındıktan sonra hemen her sabah doldururdu. Haftada bir de küpün içinin iyece yıkanması gerekirdi. Her ne kadar küpün üzerini örtecek ahşap bir kapak olsa da, sürekli açılan küp ve kapak aralığından sızabilen toz toprak küpün dibinde su dışında şeylerin birikmesine sebep olabiliyordu. Zaten küplüğün önünde kapı benzeri bir engelin olmaması, çocuklar dâhil herkesin su küpüne rahatlıkla ulaşmasına ve gölgelik amacıyla yapılmış kenardaki duvara asılı tas ile doğrudan küpten su içilmesine olanak veriyordu. Evlerin kenarında olması hasebiyle, evlerle doğrudan bir bağının da olmaması küplüklere yaz günü adeta bir sebil hüviyeti kazandırıyordu.  

Memir, yorgunluğuna ve sıcak havaya rağmen kısa sürede eve geldi. Anası, babasının isteği üzere, daha sabah saçta pişirdiği taze yumuşak ekmekleri bir bez parçasına yerleştirerek, bezin dört ucunu birleştirip düğüm yaptı. Çıkın denilen bu taşıma biçimi, bilhassa yiyecek maddelerinin en favori sevk şekliydi. Çıkın yabana gittiğinde düğüm çözülüp dört tarafa doğru açıldığında bir nevi sofra işlevi görüyordu. Memir, köye gelirken suyu su küpü yerine evlerinin biraz uzağındaki köylülerin kara kuyu dedikleri derin kuyudan almayı düşünmüştü. Çünkü oranın suyu daha soğuk olurdu. Ancak gelirken kuyunun başındaki davar sürüsü dikkatini çekmiş ve birilerinin hayvanlarını suladığı belliydi. Bu yüzden kuyu yerine küplükten su almak daha mantıklı ve kolayına geldi. Fazla vakit kaybetmeden oraya yöneldi. Evlerinden küplüğe giderken küplüğün poyraz gölgesinde oynayan çocukları uzaktan fark etmemişti. Ergenliğe adım atmak üzere olan bu kalabalık çocuk taifesiyle karşılaşmak istemezdi. Zira kendisine laf atacaklarını ve küçük çaplı bir gerginlik çıkacağını artık iyice tecrübe etmişti.
'Kara Kuyu'nun şimdiki hâli...
Ergenlik çağı yaklaşan çocuk kısmı, tüm masumiyetlerine rağmen, bazen özellikle zayıf ve farklı olanla alay etmeyi kendileri açısından iyi bir eğlenceye dönüştürebilir. Hele ki Memir gibi saflığı ve farklılığı bu kadar alenileşmiş bir garip onlar için iyi bir hedeftir. Memir de, sanki onların amacına hizmet etmek ister gibi, çocukların kendisine sataşmasına kızar ve onları tuhaf hareketler ve sesler çıkarmak suretiyle korkutmaya çalışırdı. Tabiî Memir, küplüğe yaklaştığında iş işten çoktan geçmiş ve muziplere yakalanmıştı bir kere. Başta Y. Ağa’nın oğlu A. olmak üzere, tüm çocuklar hep bir ağızdan:

-“Deli Memir, Deli Memir
Yılanın kuyruğunu kemir!”

şeklinde bağırmaya başlamışlardı. Memir, normalde fiziki bir tepkide bulunmaz, garip hareket ve seslerle çocukları korkutmaya çalışırdı ama bu sefer nedense gayri ihtiyari yerden aldığı taşlarla çocukları korkutup uzaklaştırmak istemişti. Aslında küçüklüğünden beri taş atmak konusunda iyiydi. Bazen, köyde olsun yabanda olsun kendince belirlediği hedefleri taşla vurmaya çalışırdı. Fakat bugün, sabahtan beri çalışmanın yorgunluğundan mı, yoksa bir an önce tarlaya yetişmenin aceleciliğinden midir neden, korkutmak için çocuklara doğru attığı bir taş hayatını kökten değiştirecekti. Taş çocukların yakınına, onları korkutmak için atılmıştı ama çocukların tam üzerine gitti. Üstelik taş, Y. Ağa’nın oğlu A.’nın kafasına değmesiyle, çocuğun feveranı ortalığı inletti. Aslında taş o kadar hızlı ve sert değmemişti. Şekilsiz bir taş olduğu için sivri kısmı A.’nın kafasına değdiği yerde, saç derisini biraz kaldırmıştı. Fakat A.’nın feryadı, bir anda eğlenceyi kesmiş ve herkes şaşkınlıktan dona kalmıştı. A. bir yandan ağlarken bir yandan da kafasını ovuşturuyordu. Kafasını ovuştururken ellerinin kana bulaşması çocuğu daha da korkutuyor, bağırması artıyordu. Bu arada eline bulaşan az miktar kanı ağlarken yüzüne gözüne sürüyor, gözyaşlarıyla az miktar kan tüm yüze yayılıyor ve göreni ilk anda dehşete düşüren bir manzaraya neden oluyordu. O ara, iki katlı kerpiç evinin üst kattaki camlarından birinden Y. Ağa’nın kafası belirdi ve uzaktan oğlunun halini görünce hiddetle camdan uzaklaştı. Geliyordu.

O iki katlı kerpiç konağın son durumu...
Y. Ağa, H. Ağa’nın çocukları arasında çabuk celallenmesi ve akabinde ağzına geleni söylemesi ile namlanmıştı. Köyde kardeşlerinin bile çekindiği birisiydi. Bu durumda, eski bir azap çocuğu ve ortakçının oğlu olan saf ve garip Memir’in nasıl bir hissiyatta olabileceğini, varın siz düşünün. Annesi Emine Hanım sanki olabilecekleri hissetmiş gibi, küplüğün başına koştu ve oğlunu eve götürmek istiyordu. Memir’in gözü, Y. Ağa’nın evinin ikinci katındaki giriş balkonlarındaydı. H. Ağa’nın yaptırdığı bu iki katlı kerpiç evin ikinci katına, güneyde ve kuzeyde yapılmış iki çıkıntı şeklindeki balkondan girilebiliyordu. Bu yüksek seki şeklindeki açık çıkıntılar, gündüz gölgelik ve akşam serinlik mekânı olarak da kullanılıyordu. Şimdi Memir’in akıbeti oradan çıkan şahsın ruh haline bağlıydı. Umulan oldu, Y. Ağa kızgın şekilde söylenerek elindeki ‘hızeren’ denilen ince değneğiyle, ikinci katın güney girişindeki balkonda ayakkabısını giyerken belirdi. Bu, Memir’e yetti. Memir, elindeki ekmek çıkınını ve su tuluğunu fırlatarak, kalan tüm dermanıyla köyün kuzeyindeki yola doğru son sürat koşmaya başladı. Zavallı Memir, öyle bir koşuyordu ki, sıcak ve durgun havada toprak yolun tozu neredeyse cins bir atınki kadar yoğun kalkıyordu. Sonradan köylüler bu durumu; “deli gücü işte” diye nitelemişti. Bu arada, ilk şaşkınlığı atlatan A. ve arkadaşları da koşan Memir’i arkadan taş yağmuruna tutmuştu. Bu, Memir’in daha da hızlanmasına sebep olmuştu. Emine Hanım, bir ümit Memir’in arkasında koşmaya yeltendiyse de, yaşlı kadın beş on adım sonra tükenen dermanına karşı koyamadı, durdu. Sadece son derece üzgün ve bitkin bir sesle:

-“Kaçma Memir, kaçma…” diyebildi.

Memir öylesine hızlı koşuyordu ki, bir müddet sonra köyün biraz kuzeyinde yer alan yüksekçe engebenin tepesinde, ancak keskin gözleri olanlarca siyah bir nokta olarak seçilebiliyordu. Bu Memir’in Seydimen’den son görünüşü olacaktı.

Yıllar sonra, ağabeyi Hasan, Maraş’ta Memir diye bir kimsesizin dolandığını haber almış ve oraya gitmişti. Ancak tüm arama ve sormalarına karşın Memir’in izine ulaşamamıştı. Memir kayıplara karıştı ve bir daha ondan hiç haber alınamadı. Şu fani âlemin kimsesiz kayıplar zincirine yeni bir halka oldu yalnızca. 

08 Haziran 2015

İnsan ve İyilik

Bu dünyada iyilik, aranabilecek veya başkalarından beklenebilecek bir şey midir?

Atalarımızı; "iyilik yap denize at, balık bilmez ise Hâlık bilir" dedirten şey nedir?


Yoksa, bu alemde iyilik, sadece karşılıksız yapılan bir şey midir?


Bu varoluşsal soruları devam ettirmek mümkün elbette, cevapları da kişiye göre değişecektir muhakkak.


İnsan, Arapça kökenli bir kelime ve 'unutan' manasına da geliyor.


Yalnız, Kur'ân'ın* insanın sahip olduğu birtakım 'istidat'lara ilişkin bazı nitelemeleri son derece çarpıcı:


“Zalim ve Cahil” (Ahzâb/72: İnnehu kâne zalûmen cehûlâ(n))

“Nankör” (Âdiyât/6: İnne-l-insâne lirabbihi lekenûd(un))

“Servet Biriktiren (Mal Yığan)” (Me’âric/18: Ve ceme’a fe-ev’â)

“Hırslı (Haris-Bencil)” (Me’âric/19: İnne-l-insâne ulikahelû’â(n))

“Hayra Mani Olan (Cimri)” (Me’âric/21: Ve-iżâ messehu-layru menû’â(n))

“Aceleci (Sabırsız)” (Enbiyâ/37: ulika-l-insânu min ‘acel(in))

“Kadına, Erkek Evlada ve Mala Aşırı Düşkün” (Âl-i İmrân/14: Zuyyine linnâsi hubbu-şşehevâti mine-nnisâ-i velbenîne velkanâtîri…)

“Mirası Hırsla (Hak Gözetmeksizin) Yiyen” (Fecr/19: Ve te/kulûne-tturâśe eklen lemmâ(n))

"Tartışmaya her şeyden daha çok düşkün" (Kehf/54:Vekâne-l-insânu ekśera şey-in cedelâ(n)).
*Kur'ân lafızları www.kuranmeali.com'dan alınmıştır.
Bir Nisan gününde, Barak Ovası'nda Nergis Çiçeği

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...