14 Haziran 2020

“Garpız, Yerli Garpız, Deşti Garpızı…”


Ben liseye giderken Babam, ortaokuldan sonra okumayıp köyde kalmaya karar veren Ağabeyim için şehirde yaşayan amcamın bir tarlasına ortaklığına antep fıstığı fidanları dikmişti. Yöremizde kuraldı; köyde kalan erkek evlada mala ve toprağa bakması için ekstra mal bağışlanırdı ya da ona fazladan arazi verilirdi, en azından bazı ailelerde böyleydi. Öte yandan antep fıstığı, öyle ha deyince yetişmez, tıpkı insan gibi on yılları bulan bir yetiştirme süreci vardır. Peki, onca yıl, kaç dönümlük o araziler sadece küçücük fidanlara bırakılır mı? Bırakılmaz tabiî, “fıstık baranı” denen fidan hatları arasındaki genişçe boşluğa bostan ekilir. En çok da karpuz elbette; nispeten daha kısa ömürlü ve seyrek ekilen bir bitki olduğu için özellikle tercih edilir. İşte kışın yağışlı geçtiği bir sene, bizimkiler de baharın sonuna doğru o ortaklık şetile (genç fidan tarlası) karpuz ekmişti.

Yazları, şehir dışında üniversite okuyan ağabeylerim de köye gelir, hep beraber köydeki ya briketten “Âcer (Yeni) Evimiz”de veya kerpiçten “Eski Evimiz”de genelde kitap okuyup teypten kaset dinleyerek vakit geçirirdik. Babam, gün ortasında bize ilişmezdi ama sabah ve öğleden sonraları mutlaka yabana yazıya gidip bir köy işi ile meşgul olmamızı isterdi. Misal o yıl, karpuz ektikleri o fidanlığı, “boz ot” denen grimsi ve tozu acayip kaşındıran biraz da sağlam köklü bir ot basmıştı. Arazi uzaktan bile bomboz (gri) bir renge bürünmüştü. Ne içindeki antep fıstığı fidanları ne de karpuz tiyekleri (bitkisi) otlardan doğru düzgün görünüyordu. İçerisinde karpuz tiyekleri olduğu için traktör ile sürülemiyordu. Bütün aileyi başına toplayan Babam, günaşırı o tarlaya bizi götürerek ve en başta işe kendisi girişerek, “Diyin bakhim, şu boz otları çekin, şu garpız tiyeklerinin dibini eyice depeleyin ki güneş geçip hemen çürütmesin, tiyeklerin tilki guyruğu kimi uzayan şu gollarını (sürgünlerini) da şeyle bir çubuktan vurup koparın daha çok dallansın alttan, yeni ışkınlarla gür olsunlar, garpız tiyeklerinin arası fazla sıksa acı onların zaif olanlarını çekip seyredin!” diye talimatlarını sıralardı. Valla maaile birkaç hafta içinde yetmiş dönümlük arazideki otları ellerimizle yolup atmış, bütün karpuz tiyeklerinin istenildiği gibi bakımlarını halletmiştik.

O zamanlar yöremizdeki karpuzlar, şimdiki gibi alacalı değil de, iri çekirdekli, yemyeşil, koyu renkli olurdu. Haliyle bu karpuzlar normalde çekirdekleri için ekilirdi. Zira bu çekirdek Gaziantep’in gözde kuruyemişlerinden biriydi. İyice olgunlaşması beklenen karpuzların Eylül gibi tamamı olgunlaşır, bitkisine tutunduğu yerdeki olgunluk göstergesi kabul edilen sarmaşık ipleri bütünüyle kururdu. Fakat o yılın bereketi sebebiyle Temmuz – Ağustos gibi öyle karpuzlar oldu ki her biri neredeyse davul gibiydi. Kaç baş horantayız, antep fıstıklarımız henüz tam olarak yetişmemiş, kuru tarıma dayalı tahıl en önemli geçim kaynağımız, okuyan çocuklar falan derken ailemizin her kuruşa ciddi ihtiyacı olduğu zamanlar. Daha önce hiç tecrübemiz olmadığı hâlde; “Acaba bu karpuzları satabilir miyiz?” düşüncesi sardı bizimkileri. Zira ürün çok gösterişli ve lezzetliydi. Neticede şansımızı denemek istedik; bir gün sabahın köründe Babam bizi uyandırdı, tarlaya gidip en iyi karpuzları toplayıp traktörün römorkuna yükledik yarı uykulu gözlerle. Sonra köyde kalan ağabeyim ile birlikte Nizip halinin yolunu tuttuk. Gittiğimizde, halin önünde başka traktörler de vardı. Çoğu, kavun ve karpuz getirmişti. Bizi halin içine kimse almıyordu; bir nevi “Yasah hemşerim!” hukuku vardı sanki… Vakit neredeyse öğle olmuş, biz hâlâ traktörün başında karpuzların topluca satılmasını bekliyorduk. Arada halin önünden geçenler karpuzlara şöyle bir bakıp elleriyle tıklatarak, “Eyiymiş bunlar yav!” diyorlardı. Tek tek satın almak isteyenler çıkıyordu ama biz o işten anlamadığımız için bir şey diyemiyor, karpuzların hepsini satmak istediğimizi dile getiriyorduk. Sonunda daha fazla dayanamayan ağabeyim, eskiden bizim köylerde at arabası ile çerçilik yapan birini buldu. Adamcağız, “Bu iş beyle olmaz, mahalle aralarına girek matordan (traktör), ben bağırim ancak eyle satılır bunglar” dedi. O kadar emek, masraf, zaman ve beklemekten sonra karpuzları tekrar köye götüremezdik. Mecbur o eski çerçinin sözüne kulak verip Nizip’in mahalle aralarına daldık traktörle, adamcağız sağ olsun, alabildiğince bağırıp “Garpız, yerli garpız, deşti garpızı, garpızz…” diyerek karpuzları ele âleme duyuruyordu. Ben, nasıl bir işe düştük diye garip bir haletiruhiyeyle etrafı gözlemleyip römorkun üzerinde geleni gideni izliyor, isteyen olursa yukarıdan karpuz uzatıyordum. Müşterilerin esas muhatabı bizim eski çerçiydi, benimkisi daha çok yardımcı bir roldü. Bir süre sonra Nizip mahalle aralarında römorktaki iyi karpuzların birçoğu cüzi bir fiyata satıldı. Eski çerçi, satılan karpuzların ederinin belli bir kısmını ücret kabîlinden aldı. Yalnız yine de yarım römork dolusu karpuz kalmıştı. Bunları da, halin çevresinde satacak uygun bir şeyler arayan at arabalı seyyar satıcılara yok pahasına vererek akşama doğru güç bela ve ta sabahın köründen beri ayakta olmanın yorgunluğu ile köyün yolunu tuttuğumuzda, onca emeğe karşılık olarak traktörün mazot ve karnımızı doyuracak iki dürümün parası kadar bir hasılat ancak elimize geçmişti. Velhasıl insan yaşamı her yönüyle çok ilginç bir deneyim ve süreç, yok, yok içinde ve insanın bu hayatta nelerle karşılaşabileceği öngörülebilir bir şey değil.

03 Mart 2020

Barak Üçlemesi ve Yazım Süreci

Dilimiz döndüğünce Barakları, Barak Ovası'nı ve Barakların hikâyelerini anlatan kitaplarımızı ve yazma sürecimizi az biraz özetlemeye çalıştık...

24 Şubat 2020

Bombozkır

En sevdiğim fotoğraflarımdan biridir bu. Kasım 2002'de askerlik dönüşü köye uğramıştım. O zaman çektim. Bizim eski ve "uğurlu" evin önü burası, yeğenlerim mahcup ama mütebessim. Birinin ayağında spor ayakkabısı, biri "çeçenov"lu (lastik ayakkabı). Kırık bir tağa (küçük pencere) camı sağda, hazır kıta el arabası altında bekliyor kenarda, onun hemen yanında ise duvar dibinde bir ziraî aletin parçası yatıyor. Antep'deki derme çatma öğrenci evimizden gelme, eski bir karyola sekide duruyor. Gezinen bir tavuk ortalıkta. Bulutlu ve kapalı bir güz havası. "Eski Ev"imizin bitişiğindeki "Âcer Ev"in (Yeni Ev) sekisinde ise köpeğimiz "Garov", bir şeylere dikkat kesilmiş, belli, muhtemelen köydeki sayısız "Pissik"ten (kedi) birine. Etrafta su satılları (kova), odun kovası, yere uzanmış yeşil su hortumu, sağa sola atılmış şeyler... "Âcer Ev"imizin upuzun bir soba borusu var. Sonra pencerelerden su sızmasın diye "Kanatlı"nın bilmem ne zaman çaktığı tenekeler, paslanmış. Damda kurumaya bırakılmış örtüler, asılı. Solda, briket "gorları" (sıra, duvar), çardaktaki ocaklara duldalık etsin diye dizilmiş işte; estikçe deli rüzgâr tütmesin dumanı kesmiğin (yakacak)... Bozkır işte, bombozkır buralar... Ama bizi biz eden mekânlar...
Barak Ovası - Balaban - Karkamış - Gaziantep

21 Aralık 2019

Tuvalet Kuyusu

Eskiden köylerde şimdiki gibi kanalizasyon sistemi yoktu. Hâli vakti yerinde olan ahali, hanesine yakın bir yere küçük bir tuvalet kulübesi inşa ettirirdi. Haliyle bu küçük kulübelerin yanı başına da tuvalet kuyusu gerekirdi atık pis sular ve sair pislik için. Barak'ta, köylerin yerleşimleri çok eskiden harmanın rahat işlenmesi için genelde sert ve kıraç zeminli mevkilere kurulurmuş. Bu nedenle kıraç muhitlerde bedenle kuyu kazmak çok zahmetli bir uğraştır. Zira o dönem, iş makineleri nadiren köylerde görünürdü. Hülasa her adam kazamazdı böyle kuyuları. Benim bildiğim en iyi kuyu kazıcısı, soyadı gibi kuvvetli bir adam olan Mahli Taşdöven'di. Babam, bu adamcağızın o yaşına rağmen çalışkanlığına ve dayanıklılığına hayrandı sanki. Ne zaman görse onu, bütün çalışkan insanlara sergilediği gibi büyük bir saygı duyar, Mahli Taşdöven'in elinden düşürmediği siyah zembil içindeki kalın ip, kürek ve kazma gibi alet edevatını süzerek "Çalışkan adamın hâli bir başka..." derdi.

Bizim milletin inşaat seyretme huyu meşhurdur. Taşrada da durum farksızdır. Birisi bir inşa faaliyetine girişti mi; seyircisi pek eksik olmaz. İşte Mahli Taşdöven'in yine bir tuvalet kuyusu eşme işi üstlendiği bir mevsim, Köyün kıdemlileri hemen her gün adamcağızın başına gelir, hem onun çalışmasını izler, hem de yorgunluğuna karşın yüzünden eksiltmediği gülümsemesiyle hoş sohbetini dinlerlerdi. Yine Babamın şahit olduğu bir günde, Köydeki ihtiyar emekçilerden biri de bu kuyu kazılmasını izlemek için Mahli Taşdöven'in kazdığı kuyunun başına gelmiş. Millet, kuyunun başına oturmuş, ancak birkaç metre derinliğe ulaşmış genişçe kuyu içinde kan ter içinde çalışan adamcağızı izlemeye koyulmuş. Bir müddet orada oturup konuşulanları dinleyen ihtiyar emekçi, kalkıp giderken Mahli Taşdöven'e doğru:

"Yorum, yarından tezi yok, ben de kazma kürek alıp belime kuşağımı bağlıycam, köy köy gezip kuyu eşecem beyle!" demiş. Artık asıl niyeti, sadece adamcağıza takılmak mıydı; yoksa laf olsun diye mi söyledi, bilinmez. Fakat kaç gündür sert ve kayalık zeminden zaten yılmış ve çalışmaktan takati kesilmiş Mahli Taşdöven, çalışmayı bırakıp kuyunun içinden yukarıya doğru gözlerini Güneş'ten dolayı kısmış hâlde muhatabına bakarak biraz muzipçe şu sözlerini patlatmış:

"İş tutang mı;
Neme lâzım,
Aş yeng mi;
Bir lengeri...
İzmirliler gibi dinlersing sazı,
Av alamazsın sen, hey gidi koca tazı..."

Bunu duyan ihtiyar emekçi, tek kelime bile söylemeden hemen yekinip sıvışmış mekândan...

Bu sözleri, daha sonraları o kadar çok duydum ki Babam'dan, resmen zihnime kazındı. Hâlâ zaman zaman aklıma gelir; hatta merhum Babamın tıpkı Mahli Taşdöven gibi gülümser bir edayla ve ahenkli bir ses tonuyla dile getirdiği bu sözlerini, zaman zaman duyar gibi olurum.

Aslında sonradan Köyümüze kanalizasyonun gelişi, pek kimsenin kanalizasyon için kuyu yeri vermeye yanaşmaması üzerine, Ağabeyimin 50 yıllık antep fıstığı ağaçları olan tarlamızın başına ağaçları çekerek kanalizasyon kuyusu yeri vermesi gibi ilginç bir hikâyemiz daha var bu konuda ama o da sonraya kalsın! Lâkin tuvalet kuyusu deyip geçmeyiniz; içindekiler, yeri ve işlevi önemlidir.
Barak Corları (Sözleri)

11 Kasım 2019

Antep Fıstığı Diyarı: Barak Ovası - Gaziantep

Bu, az bilenen gerçek bir başarı hikâyesidir.
Bu, çorak bozkırın sahiplerince kendiliğinden ağaçlandırılmasının hikâyesidir.
Barak’ta, yöre insanı tamamıyla kendi imkânları ve tercihiyle koca ovayı ağaçlandırdı.
Kuru bozkır, büyük oranda son 30-40 yıllık bir çabayla antep fıstığı ağaçlarına büründü.
Lütfen, şu eski fotoğrafların arka planına iyice bir bakınız, aslında çok eski fotoğraflar değil bunlar, ama arka fondaki kesif bozkır görüntüsü hemen dikkati çekmektedir.
Oysa bir de şimdiki hâlini bir görünüz; kızıl renkli topraklar dünyanın belki de en lezzetli antep fıstığı ürünlerine baştan sona yurt olmuştur artık…
Göz alabildiğince ağaç olmuştur Barak Ovası artık…
Bu, tamamıyla Baraklıların kendi çaba ve tercihlerinin bir ürünüdür; yöre halkı kuru tahıl tarımından kıymetli ağaç tarımına kendi olanaklarıyla geçmeyi sessiz sedasız başarmıştır.
Bu, Barak'ın elleri nasırlı hakiki emekçilerinin eseridir.
Evet, Anadolu’nun ücra bir köşesinde üreticiler emekleriyle çorak bir ovayı yeşertti işte böyle…
Şimdi bu tarihi topraklara boydan boya antep fıstığı ağaçları gölgelik etmektedir.
Her yan antep fıstığı ağaçlarıyla donanmıştır.
Rahmet olsun bu dünyadan göçen bütün emekçilerimize ve üreticilerimize...
Selam olsun yaşayan bütün emekçilerimize ve üreticilerimize...

15 Ekim 2019

Güzün Ucunda...

Güzün Ucunda...

Küçük bir köy mezarlığında,
Unutulan ölülerin sessizliği eşliğinde,
Ufacık bir kuşun şarkısı çınlar iştiyakla
Kâh kuytu bir mezar taşında,
Kâh saklanmış dut yaprakları arasında…
Susuz kuşlar üşüşür habire,
Gidenlere adanmış o ağaçların sularına...
Sonra bozkırın kesif sessizliği uzanır
Boylu boyuna Barak Ovası’nın engebeli enginliğine,
Fıstıklar kırılmış, bağlar toplanmıştır çoktan
Kuşların cıvıldadığı dallarda,
Güzün ucudur artık…
Geçip giden zamana nişane...
Geçen yalnızca mevsimler mi ki;
Asıl insanlar geçer mevsimlerden çok…

Dr. Göksel Tiryaki, 11.09.2019, Karkamış, Gaziantep.

07 Ekim 2019

"Sehlik" ve "Kirrik"

Evet Ana, ettik gene bir şey işte... 🙂

Görüntüler 2004 Kasım'ından, o nedenle aşağıda sözünü ettiğimiz ne o eski kerpiç ahır, ne "âkere", ne de "Kirrik Geçi" var burada...

Keçiler çok ilginç hayvanlardır. Bir zamanlar koyunlarla birlikte keçi beslerdik köyde. Çünkü bir köy evi için her açıdan birbirini tamamlayan hayvanlardır koyun ile keçi. Oysa yaratılış icabı koyunlardan o kadar farklıdır ki keçiler. Koyun, ne kadar halim selim bir canlıysa keçi o kadar hareketli, başına buyruk, "durumsuz"dur. Hele bazı yeni yetmeleri olurdu ki yer yurt zapt etmezdi onları; mesela hiçbir koyunun bizimkilerin "âkere" dediği ince uzun ve yerden hafif yüksek ahşap veya "marbıl" denilen kesilmiş varilden yapılma yemliklere çıktığını hatırlamıyorum. Fakat bir kısım keçiler, özellikle saman ve arpadan oluşan yemlerinin yeni konulduğu zamanlar, hışımla saldırdıkları bu "âkare"lerin ve "marbıl"ların hemen üzerine çıkarlardı. Bazı daha diri keçiler ise bir yandan yan yana birbirini itekleyerek samanla arpalarını zar zor yemeye çalışan zavallı uysal koyunların başları önündeki yemleri ayaklarıyla eşelerken bir yandan da sanki çalışan bir elektrik süpürgesi hortumu gibi samanların üzerine serpiştirilmiş arpa tanelerini aceleyle işleyen ağızlarıyla yutarlardı sanki. Bunu gören Anam kimi zaman:

-"Biyy, Allah canıyzı almıya sizing sehlik (güçsüz, saftirik...) koyunlar, şu kirrik (ufak tefek ama delişmen) geçiler size arpa bırakmıy daha..." der, samanın içindeki arpaları hızla seçip koyunlara yalnızca kuru saman bırakan cingöz keçileri kendince ürkütmeye ve kovalamaya girişirdi. Yanılmıyorsam, önlem olarak önce samanla arpayı iyice karıştırmayı denedi. Baktı bu da işe yaramıyor, bu sefer keçilere derme çatma ayrı bir yer ayarlamıştı. Böylece koyunlarla keçilerin ayrı "âkare"lerden yemlenmesini sağlamış oldu. Yine de bu "Kirrik Geçiler", bazen önlerine konulan basit engelleri zıplayıp aşarak koyunların tarafına dalar, eski alışkanlıklarına aynen devam ederdi.

Velhasıl, Ananım, cılız ama en delişmen "çebiş"lerimiz (Genç Keçi) için kullandığı bu "Kirrik" nitelemesi hep hoşuma gitmiştir. Aslında "kirrik" olan yalnız keçiler mi; ondan da emin değilim ya! Kimi zaman, bizim "Kirrik Geçi"leri andıran harekette bulunan ve "uyanık geçinen" insanlarla karşılaştığımda, şöyle bir durur, çaktırmadan o kişi veya kişileri süzmeye çalışırım tıpkı zamanında o keçilere baktığım gibi; "Acaba ne yaptıklarının bilincinde veya farkındalar mı?" diye. Aslında bunu dışarıdan anlamak pek kolay değil, sanırım çok önemi de yok bunun. Sadece her ne yapıyorlarsa bunu gayet "umursamaz" ve "rahat" bir tavır sergileyerek yapmaları dahi sanki yetiyor muhataplarına. Bazen "sehlik koyun" gibi hissedilse bile neticede insan olmak zor, insan kalabilmekse daha büyük bir başarı sanırım.

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...