23 Ekim 2015

Mercik

İleride, sol taraftaki yükselti 'Hayma'nın kurulduğu tepelik...
Ortadaki antepfıstığı ağaçlarının olduğu yüksekçe yer de
'Ali Derviş Höyüğü'nün şimdiki hâli...
"Garbı benim ağam", bu söz o zamanlar yazları, Seydimen'de, artık antepfıstıklarının olgunlaşmaya yüz tuttuğunun bir işareti gibiydi. İlkbaharda yapraklarıyla birlikte tomurcuklanan fıstık çağlası, havaların ısınmasıyla iyice belirginleşirdi. Yaz mevsimiyle beraber ise önce yeşilimsi ve sarımtırak bir renk alırdı. Akabinde, giderek pembe ve bordo karışımı kendine has bir renge bürünürdü. Yarı olgun sarımtırak hâline 'boz' fıstık, pembemsi olgun durumuna 'beng' antepfıstığı denilirdi. İşte fıstığın boz hâlinden olgun durumuna geçiş dönemi, takriben Temmuz-Ağustos ayları olur bu, fıstıkların tam beklenme zamanıydı. Antepfıstığı, hasadı görece kolay ve bir tarım ürünü olarak bir hayli kıymetlidir. Bu, hem mal sahibi hem de bu ürünü bilen başkaları için geçerlidir. Bu sebeple, özellikle fıstıkların olgunlaşmaya başladığı Temmuz sonundan itibaren, davetsiz misafirler için fıstık ağaçlarının beklenilmesi icap edebilir. Zira olgunlaşan antepfıstığının ağaçtan toplanması daha da kolaylaşır. Ağaç dallarının hafif bir silkelenmesiyle olgun fıstıkların yere veya ağacın altına serilecek bir örtüye hemen dökülmesi mümkündür. Hâsılı kısa bir süre içinde epey bir antepfıstığın ağaçlardan rahatlıkla silkelenmesi söz konusu olabilir.

Garbıdan kast edilen ise hemen köyün batısında yer alan ve fıstık ağaçlarının yoğun olduğu bölgedir. Esasında Seydimen'de o zaman fıstıklar yoğun şekilde, yalnızca köyün garbısında ve şarkında yer alırdı. Köyün hemen şark, garbı ve kıble tarafları H. Ağa'nın U. Hanım'dan olma üç büyük oğlu tarafından tutulmuştu. H. Ağa'nin iki büyük oğlu T. ve Y. Ağalar, köyün hemen şark ve garbı taraflarına ayrı ayrı fıstık, zeytin ve üzüm diktirmiş ve bu bölgeleri kendi uhdelerine almıştı. Hâliyle T. Ağa'nın evi köyün şarkında, Y. Ağa'nınki ise garbı yandaydı. Bu iki ağayı takip eden daha küçük kardeşleri de, ağaların mülklerinin bittiği yerlerden itibaren antepfıstığı ektirmişti. Dolayısıyla köyün şark ve garbı tarafları genişçe bir alan şeklinde fıstıklık olmuştu. İşte "Garbı benim" diyen bekçi adayları da, köyün garbısında bulunan nispeten genişçe bu fıstıklık alanından bahsediyordu.

Köyde mukim ancak atadan babadan miras kalmış mülkü olmayan ve civelek (fakir) denilen Hassûn Efendi, Sâdın Emmi ve Mercik garbı tarafı kimin bekleyeceği konusunda genelde tatlı bir rekabete girişirdi. Lakin yaşça büyük ve bekçilik namı daha meşhur olan Mercik'in bariz bir üstünlüğü vardı bu rekabette. Ancak Mercik o yıl isteksiz olacak veya gönlü pek istemeyecekti ki, garbı tarafın bekçiliği diğer adaylara kalsın. Gerçi Mercik'in köyde olduğu dönemlerde bu pek görülmüş şey de değildi. Ama yine de Hassûn Efendi ve Sâdın Emmi şanslarını bir denerdi. Hatta Mercik'ten sonra da, köyün garbı fıstıklarının beklenmesi konusundaki bu tatlı rekabet daha uzun yıllar, özellikle bu iki kişi arasında yaşanmaya devam etmiştir.

Köyün garbı fıstıklarını bekçilik için cazip kılan, temelde, alan olarak daha küçük olmasıydı. Bir de bu bölgenin coğrafi yapısı bekçilik yapmaya daha elverişliydi. Tüm fıstık alanın ortasında bulunan yüksekçe bir yer, bölgeye tamamıyla hâkim gibiydi. Buraya konuşlanan bekçi, köyün garbı fıstıklarını neredeyse bütününü rahatlıkla gözetleyebilirdi. Ayrıca fıstık bekçiliği, o dönemin her şeyin kol gücüne daha fazla bağlı olduğu koşulları göz önünde bulundurulduğunda, zaten köydeki en talep gören işlerden biriydi. O günlerde, tarım ürünlerinin şimdiki gibi yaygın bir hırsızlık konusu olmaması da işin rahat kısımlarından biriydi. Bekçilik için parasal bir tutar yanında, bekçilik hakkı diye ürün olarak da az bir miktar bekçiye antepfıstığı verilmesi, maddi anlamda bu işi teşvik etmekteydi.

Bekçiye günde iki öğün yemeği, köyden mal sahipleri tarafından sıralı bir şekilde gönderilirdi. Talep etmesi hâlinde, geceleri yalnız kalmasın diye köyden birileri de yanında kalırdı. Bunun için genelde köyün gençlerinden birkaç kişi dönüşümlü olarak bekçiye geceleri refakat ederdi. Mercik'i diğer bekçi adaylarından daha üstün tutan meziyetlerinden birisi de, esasında bu gece bekleme işiydi. Mercik'in öyle gece refakatçısına falan pek ihtiyacı olmazdı yabanda.

Mercik yalnız bir adamdı. Öyle belli başlı bir evi barkı yoktu köyde. Normal zamanlarda da neresi uygunsa orada sabahlardı. Hatta bazen davarın kışlık samanın tutulduğu ve samanlık denen penceresiz ve zifiri karanlık yerlerde bile kaldığı olurdu. Ne çok iri ne de ufak tefekti. Güçlü, dirayetli ve cesur bir adamdı. Çalışmaktan, sürekli dar yerlerde hayvanlarla uğraşmaktan, henüz çok yaşlı olmamasına rağmen neredeyse kamburu çıkmış gibi öne doğru eğilmiş vaziyette yürürdü. Doğru düzgün ev ve su yüzü görmediği için, hiç çıkarmadığı kafasındaki eski kasket iyiden iyiye simsiyah olmuş ve kalınlaşmıştı adeta. Suyun kıt olduğu o yıllarda arada bir cuma günleri, Mahmut Ağa'nın odasının giriş kısmında veya bu odanın tuvaletinde, bulabildiği bir kova suyla vücudunu sabunla yıkayabilirse ne âlâydı. Tam bir yaban adamıydı. Ne işten ne de zorluktan kaçardı. Hayli uyanık bir adamdı da. Bu sebeple bekçilik gibi nispeten rahat bir işte, onunla kimsenin boy ölçüşmesi ve rekabet edebilmesi pek kolay değildi. Böyle olunca köyün mülk sahipleri açısından da fıstık bekçiliği için bulunmaz bir adamdı.

Mercik, bekçilik işine başlar başlamaz, o sözünü ettiğimiz fıstıklığın ortasındaki yüksekçe yere, köyün gençleri ile birlikte, 5-6 metre uzunluğundaki dört uzun kavak direğinin üzerine daha ince direk, sırık, çalı ve zeminine yumuşaklık da veren zeytin çirpisinden (ince dal) kondurduğu ve adına hayma denilen yüksek bir çardak kurardı. Böylece bu hâkim tepenin üzerinden, bekçiliğini yaptığı bölgenin neredeyse tamamını kuş bakışı rahatlıkla gözetleyebilirdi. İçerisine bir yastık ile kilim yerleştirdiği hayması, bilhassa gündüzün sıcak vaktinde ve geceleri iyi bir gözetleme kulesini andırırdı. Hayma, hem bu muhitte bir bekçi olduğunu etrafa ilan eder hem de bekçiye iyi bir kolaylık sağlar ve yabanda daha rahat uyumasına imkân verirdi.

Her ne kadar etrafta aksi ve sert biri gibi bilinse de, Mercik aslında fena bir muhabbet adamı değildi. Sadece onunla ilk seferinde uygun bir iletişim kurmak zordu ve güvenini kazanmak biraz zaman istiyordu. Yoksa belirli bir aşamadan sonra insanı ciddi biçimde saran bir muhabbet tarzı da vardı. Esasında çok güngörmüş, türlü tecrübe sahibi ve deyim yerindeyse feleğin çemberinden birkaç kez geçmiş tuhaf bir adamdı. Yalnızca, onun tabiriyle, 'zararsız' birisi olduğunuza kani olması gerekiyordu. Yine onun ifadeleriyle ve ona göre, 'lüzumsuz' ve 'işe yaramaz' tiplerdenseniz, artık ağzınızla kuş da tutsanız hiç yaranamazdınız ona. Hâliyle buna karar vermesi ve ikna olması da öyle çabuk şekilde olmuyor, biraz vakit alıyordu. Mesele, onun bu anlama dönemini, sabırlı şekilde herhangi bir 'vukuat' işlemeden, yani onu kızdıracak bir terslik yapmadan atlatabilmekti. Gerisi kolaydı. Bir kez size itimat edip kabullendi mi, artık onunla rahatlıkla konuşur ve her tür şekilde muhabbet edebilirdiniz. Gerçi, tüm bunlara rağmen zor adamdı sonuç olarak. Fakat bu zorluğu aşmış epey kişi de vardı köyde. Zira tüm mesele onun bu huyunu bilip biraz sebat göstermekti.

Mercik'in iyi yoldaşlarından (kendisi ile arkadaşlık edenlere böyle nitelerdi) biri 'Kanatlı' idi. Mercik çalışkan adamları severdi. 'Kanatlı' tam zararsız türden bir adamdı. Kısa süre içinde anlaşmış ve iyi bir muhabbet ve çalışma arkadaşı olmuşlardı. Diğer zamanlarda bilhassa 'Kanatlı'nın babası Mahmut Ağa'nın davarlarının bakımını genelde ikisi yapardı. Bekçilik zamanında da 'Kanatlı' Mercik'i yalnız bırakmaz, özellikle sıcak yaz günlerinde yabana götürdüğü soğuk su Mercik'in tam ihtiyacını görürdü. 'Kanatlı', üzerine bez bir çul geçirdiği ve 'cotra' dedikleri plastik bir kapla, neredeyse her gün, kara kuyudan yeni çektiği soğuk sudan Mercik'i mahrum etmezdi. Zira Mahmut Ağa'nın büyük fıstık ağaçları da köyün garbısındaydı. Mahmut Ağa da, arada 'Kanatlı'dan garbıdaki fıstıkları bir de kendisinin kontrol etmesini isterdi. Hâliyle her garbıya gidişte bekçi Mercik'e de uğramadan olmazdı. Zaten kimse uğramasa bile bekçilik konusunda çok hassas olan Mercik, kim olursa olsun, geniş bir alana yayılmış fıstık bahçelerinin içinde o kişiyi bizzat bulurdu. O meşhur bekçilik namı da, daha çok bu özelliğinden kaynaklanırdı. Mercik'in beklediği muhite gidip de ona görünmeden tekrar köye gelene pek rastlanmazdı.
      
Artık Ağustos'un son günleriydi. Fıstıklar iyice olgunlaşmaya başlamıştı. İlk 'beng' hasat zamanı çok uzak değildi. Bu dönemde Mercik, geceleri dahi hiç yabandan gelmez, bekleme işine daha bir ciddiyetle sarılır, dikkatli bir şekilde gece gündüz fıstık ağaçlarının etrafını kolaçan ederdi. O gün Mercik'e yemek götürme sırası G. Ağa'nın evindeydi. Evin büyük oğlu Selim, gündüz öğleye doğru hem sabah hem öğle yerine geçen azığını Mercik'e götürmüştü. Şimdi sıra akşam yemeğindeydi. Havanın iyice karardığı bu sıcak Ağustos akşamında, yabana tek gitmek istememiş, hemen evlerinin yanındaki Rüstem Emmi'nin oğlu Mamet'i çağırmak istemişti. Evlerine gittiğinde Zöhre Ana, Mamet'in odaya, köyde geçici olarak bulunan imam Hayri'ye gittiğini söylemişti. İmam Hayri, İmam Hatip Okulu'nu yeni bitirmiş bir delikanlıydı daha.

O zamanlar köyde cami yoktu. Özellikle Ramazan ayında, memleketin genelinde olduğu gibi Seydimen de uhrevi bir havaya bürünürdü. Gündüzleri genelde oruçlu geçiren köy ahalisi, geceleri de teravih namazını eda etmek için istekli olurdu. Bunun için köyün ileri gelenleri Ramazan ayına özel olarak bir imam tutar ve teravih namazını köyün en büyük odası olan T. Ağa'nın odasında birlikte kılardı. O sene yazın başına denk gelen Ramazan ayı için de Nizip'ten Hayri isimli bu genç çağrılmıştı. Hayri'ye bu hizmeti karşılığında cüz'i bir ödeme yapılmıştı. Yaklaşan Kurban Bayramı için de köyün ileri gelenleri Hayri'yi bırakmamış, en azından fıstık hasadına kadar kalmasını istemişlerdi. Hayri de muhitten memnun olacak ki, gitmemiş, köylülere cumaları ve fırsat buldukça diğer vakit namazlarını da kıldırıyordu. Köylü de, gençlerle arkadaşlık edebilecek dini bütün bir hocanın köyde hazır bulunmasından memnundu. Hayri, T. Ağa'nın odasında yatıp kalkar ara ara da köyün diğer ağalarının odalarına giderdi. Çok konuşkan ve girişken bir genç olmayan Hayri, iyi ve saf biriydi. Hatta çoğu zaman köyde birilerinin ufak tefek işlerine bile koşturur, elinden geldiğince yardımcı olurdu. Sevilen ve sayılan biriydi.

Selim, köyün en kıblesinde, T. Ağa'nın odasının önündeki sekide Zöhre Ana'nın dediği üzere, Mamet ve imam Hayri'yi birlikte otururken buldu. Öyle koyu bir muhabbet yoktu ortamda. Selim hemen söze girdi. "Yeriyin, şu topaçlardan yumurtaları Mercik'e götürek" dedi. Buzdolabının daha Köye gelmediği o günlerde, etin saklama biçimlerinden biri topaç yapmaktı. Et, kuşbaşı doğranıp kavurmaya dönüştürülür ve birer yemeklik olacak miktarda yuvarlak şekil verilerek, bir hasır sepetin içine konularak tavana asılırdı, kedi ve fare gibi hayvanlardan da korumak için. Biraz tuzlu olmakla birlikte lezzetli bir kavurma yumağıydı topaç. Yemeklerde kullanıldığı kadar, topaç, sabahları sıcak ekmek arası veya hızlı öğünlerde içine yumurta kırılarak da tüketiliyordu. O gün, G. Ağa'nın evinde Kurban Bayramı için erkenden yoğun bir hazırlık görülmüştü. Bu nedenle o gün evde sıcak yemek yapılmamış, evin hanımı bahardan kalma son topaçları da tavada ısıtıp yumurta kırmaya karar vermişti. Buna karar verdiğinde, Mercik'in yemek sırasının kendilerinde olduğunu bir an unutmuştu. Sonradan fark ettiğinde, Mecik'e de topaç ve yumurta göndermenin daha iyi olacağını düşündü. İşte Selim, anasının eline tutuşturduğu yemek çıkınındaki topaç ve yumurtaları kastediyordu. Selim ilave etti: "Üç topaç ve yedi yumurta var, bize de yeter, hadi iyi bir yaban yemeği yiyelim akşam akşam fıstıkta." O an, yapacak daha iyi bir meşgaleleri olmayan Mamet ve Hayri hiç diretmeden hemen kabul ettiler Selim'in önerisini.
Ocakta topaç (kavurma) pişirilmesi...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)

Gündüzün bunaltıcı Ağustos sıcağının ardından, akşam serinliği Barak Ovası'nı hafiften sarmaya başlamıştı. Birkaç gündür durgun geçen gecelerden sonra, akşamın bu erken saatinde tatlı tatlı esen garbı yeli, en azından bu gecenin daha serin olacağını müjdeliyor gibiydi. Üç kafadar, Mercik ile birlikte yabanda akşam yemeklerini yemek üzere, yola koyulmuştu.

Mercik'e gündüz giden yemek, kahvaltı ve öğle yemeği arası bir şeydi. Biraz bolca konulurdu ki akşama kadar tok tutsun bekçiyi. İkinci yemek seferi ise hava kararmaya başlayınca olurdu. Tam olarak saati belirlenmemişse de kabaca bu yemek seferlerinin zamanı belli gibiydi. Mercik o saatlerde haymasına gider, getiren kişiyi beklerdi. Yemek götüren kişi duruma göre su da getirirdi. Yabanda sıklıkla iki su kabı kullanan Mercik, bazen gündüz yemeğini getiren kişiye bir su kabını verir, akşama doldurup getirmesini isterdi. Yabanda su, hele ki sıcak havalarda, büyük ihtiyaçtı. Bugün gündüz yemeğini Selim tek başına götürmüştü. Mercik, su kaplarının ikisinde de yeterince su olduğu için, akşama ilave su istememişti. Yalnız, bu yazın günü evdeki soğuk ayrandan bir miktar alan Selim, bunu yemek malzemesinin yanında yabana götürüyordu.

Köyden çok uzun bir mesafede olmadığı için bizim kafadarlar kısa sürede Mercik'in haymasının yanına varmışlardı. Mercik, haymanın altında bağdaş kurmuş vaziyette oturuyordu. Üç kişi gelmelerini pek de hoşnut karşılamamışcasına gözünün ucuyla gelenlere baktı. Durumun farkında olan Selim hemen söze girdi: "Saa arkadaşlık etmeye geldik Mercik emmi" dedi. Sonra da; "Bugün bizde işler karışmış, yemeği saa ben yapacam, topaç getirdim." diye devam etti. Duruma pek anlam veremeyen Mercik: "Yazın günü ne topacı yav" dedi. Topaç esasında havaların serinlemesine yakın yapılan bir hazırlıktı. Yaz sonuna doğru hâlâ G. Ağa'nın evinde topaç kalmasına şaşırmıştı Mercik, ki normal bir durum da değildi aslında. Zaten bu topaçlar da G. Ağa'nın hanesinde kıymetinden şimdiye kadar kalan son kavurmalardı.

Mercik, çoğu akşam olduğu gibi çay demlemek için ocağında ateşini çoktan yakmış, çaydanlığı da üzerine yerleştirmişti bile. Epeydir yabanda yiyecek namına bir şey pişirmediği için tek kabı olan genişçe alüminyum tenceresi haymanın alında bir kenarda bazı eşya ve erzakların yanında duruyordu. Selim'in akşamın bu ilk karanlığında parlak alüminyum tencereyi bulması zor olmadı. Az miktar suyla hafifçe çalkaladığı tencereyi ocağının üzerine koydu. Cebinden çıkardığı çakısıyla getirdiği topaçları küçük parçaları ayrılacak şekilde tencerenin üzerinde, hafif eğilerek ayakta doğramaya başladı. Arada, sessiz şekilde hareketini izleyen diğer üç kişiyi biraz canlandırmak için; "Ee Mercik emmi nasıl gidiy bekçilik?" diye de söze girdi Selim. "Nasıl olacak, gündüz sıcaktan, gece sinekten oyalanıp gidik" şeklinde hemen cevap verdi beriki. "Eyle ya" dedi Mamet, "Köy de çok değişik deel, bu ara hava eyice duruldu." diye devam etti. Sonra da: "Yaban daha serin olmaz mı Mercik emmi, hem yerin de yüksek birez" şeklinde sordu. "Yok, yorum yok, gece bile heç yarpak kımıldamıy ama böön ufak bir esinti var kimi" diye cevap verdi Mercik.

Mercik öyle çok konuşkan bir insan değildi, hele böyle cahil cüheladan saydığı genç kısmıyla pek muhatap dahi olmazdı. Ama o gün, belki de hayatında ilk ve son kez bir yarenlik yapmıştı gençlerle. Yemeklerini yedikten sonra gençlere: "Siz çayınızı için, hele ben şu üst başa gidip bir bakiym, gündüz gurbatlar (konargöçerler) o taraftan geçti, bir zarallık olmasın" deyip bulundukları yerden güney istikamete doğru hareketlendi. Bizim üç kafadar ise taze antepfıstığı odununun közüyle pişmiş çayın keyfine kendilerine öyle kaptırmıştı ki, demlikte çay tükenene kadar çay içmeyi sürdürmüşlerdi. Bir ara Selim: "Hocam, sen hiç Ali Derviş'in depesine çıktın mı?" diye bir soru yöneltti Hayri'ye. İmam Hayri gayet doğal bir şekilde: "Ne var ki orada?" diye soruya soruyla karşılık verdi. Selim: "Bir ermiş mezarı varmış, bu Mamet ile biz geçen gelişimizde iddialaştık, Mamet korkusundan bu karanlıkta gidip şuradaki kazığı (haymanın altındaki erzak yığını gösterdi) mezarın başına çakamadı. Oysamki ben gidip çaktım" dedi. Hayri Mamet'e dönüp: "Öyle mi gerçekten?" diye sordu. Mamet: "He, ben mezardan, hele ki beyle karanlıkta daha çok korkarım eâğam" dedi. Daha hocaya bu konuda herhangi bir teklifte dahi bulunmadan, Hayri Selim'e: "Nerede şu kazık, verin, ben de mezarın başucuna çakayım, sonra da siz gelin bir konuşalım" dedi. Bu hareketiyle niyeti gençlere nasihat vermekti esasında.

Ali Derviş Höyüğü, Seydimen'in garbı fıstıklarının kuzeybatı ucunda, derelik bir yerdeydi. Aslında doğal bir yükselti mi, yoksa bazı civar köylerdeki gibi çok eski zamanlardan kalma yapma bir tepe mi olduğu tam bilinmeyen hafif bir yükselti biçimindeydi. Etrafının çukurluk, hatta eski bir dere yatağını andırması ve civardaki toprağın yanık kül renginde olması, bu muhitin çok eski bir yerleşim yeri olduğuna da işaret sayılabilirdi ama pek kimsenin tam bilgisi yoktu bu konuda. Ancak höyüğün tepesinde bir mezarı hatırlatan taş yığını olduğundan herkes burada Ali Derviş diye bir ermişin mezarının olduğunu söylerdi. Ama bu Ali Derviş'in gerçekte kim olduğu ve ne zaman yaşadığı hususunda da kesin bir bilgi yoktu. Mevcut bilgiler daha çok birbirini pek tutmayan rivayetler şeklindeydi. Fakat o zamanlar kesin olan tek şey höyüğün tepesinde mezarı andıran bir taş yığınının olduğu ve ahalinin buna saygı gösterdiğiydi. İşte Selim'in kastettiği mezar höyüğün tepesindeki bu taş yığınıydı.

Hayri, gençlere kendince mezardan korkacak bir şey olmadığını göstermek için bu işe soyunmuştu. Akşamın artık geceye döndüğü bu vakitte, haymanın altındaki erzak yığınında aldıkları demir kazığı, Hayri, höyüğün tepesindeki taş yığının yanına çakmak üzere, Mercik'in gittiği yönün tersi istikamette Ali Derviş tepesine doğru yola koyuldu. İlk akşamdan kendini gösteren hafif garbı yeli artık biraz daha kendini belli etmiş, fıstık ağaçlarının yapraklarını incede hareketlendirmeye başlamıştı. Hayri yürürken, birkaç cırcır böceğinin ve yumuşak toprağa batıp çıkan Hayri'nin ayakkabılarının sesi dışında başka bir şey yoktu ses kabilinden ortalıkta. Bu sessiz gecede gökyüzünde yıldızların ışıltısı dışında da bir ışık huzmesi yoktu, zira ay kabuğuna çekilmişti sanki bu gece.

Hayri gayet sakin bir şekilde Selim'in tarifine uygun olarak Ali Derviş'e doğru yürüyordu. Çok uzun sürmeden höyüğün tepesine ulaştı. Az önce yürürken temin ettiği düzgün ve sert bir taş ile kazığı höyüğün tepesinde mezar biçimindeki taş yığının güneydoğu ucuna çakmaya başladı. Demir kazık yumuşak toprağa çok fazla uğraştırmadan hemen gömülmeye başladı ki, taş yığının üzerinden Hayri'nin üzerine doğru hafif bir gürültüyle çok büyük olmayan bir taş yuvarlandı. Hiç böyle bir şey beklemeyen Hayri şaşkınlıkla taş yığınına baktı ve zifiri karanlıkta birkaç küçük taşın daha yığının üzerinden aşağı doğru yuvarlandığı güç bela fark etti. Tüm bunlara bir hayli şaşıran Hayri, mezarın diğer tarafından daha yoğun büyük bir karaltının yavaştan yükseldiğini görünce artık iyiden iyiye tedirgin olmuş ve ister istemez korkmaya başlamıştı. En son, bir çeşit uğultulu bir böğürtü şeklinde bu karaltıdan çıkan; "Nee oliyy ulann!" biçimindeki ses Hayri'ye yetmiş ve zavallı genç adeta bir kütük gibi sırt üstü yere düşmüştü. Allah'tan düştüğü yerde taş yoktu da, bir tarafına bir şey olmamıştı. Lakin zavallı Hayri, tüm bu tertip neticesinde bayılıp kalmıştı orada.

Kısa bir süre sonra, Selim ile Mamet'in gülüşmeyle karışık sesleri höyüğün tepesinden bile duyulmaya başlamıştı. Hayri'nin yüzünün alacağı ifadeyi çok merak ediyorlardı. Biraz gecikmelerinin sebebi Hayri'nin bu kadar çabuk höyüğün tepesine gideceğini tahmin etmemeleriydi. Höyüğün tepesine ulaştıklarında, Mercik'in Hayri'nin başında onu aydırmaya çalıştığını gördükleri zaman, deyim yerindeyse dumura uğramışlardı. Mercik gayet kızgın şekilde: "Size uyduk, eyi bok yedik!" diyerek gelenleri karşıladı. "Çabuk gidin de su getirin haymadan" şeklinde öfkeyle devam etti sözüne. Selim, haymadan suyu alıp getirdiğinde, Hayri hafiften kendine gelmeye başlamıştı bile. Ancak önceki hâlinden pek bir eser yoktu, gayet donuk şekilde bakıyordu etrafa. Biraz kendine gelip konuşabilir vaziyet alınca; "Sizden bunu hiç beklemezdim!" dedi sadece.

Her şey, daha gündüz yemeği sırasında Selim tarafından ayarlanmıştı esasında. Mercik'i ikna etmek için az dil dökmemişti bu tezgâh için. Mamet'i bu işe katması zaten hiç zor olmamıştı. Güya fıstıkları kontrol etmek için biraz önce yanlarından ayrılan Mercik, karanlıkta etraflarından dolanıp Ali Derviş Höyüğü'ne çıkmış ve üzerini eski bir çul ile örtüp kuru otlar ile kamufle olmuştu. Köyde, eğlenmek için çok fazla seçeneği olmayan gençler için bu tür tezgâh şakalar bir hayli revaçtaydı o günlerde. Bazen bu şekilde kantarın topuzu bir hayli kaçıyordu ama özellikle Selim ve arkadaşları bu huylarından hiç vazgeçmiyordu. Yalnız bu sefer, hiç ummadıkları bir şey olmuş ve bir daha bu çeşit şakalara tevessül etmeye ne niyetleri ne de hevesleri kalmıştı. Gerçi, ne Mercik, ne imam Hayri ne de bizim iki kafadar hiç kimseye söz etmemişti bu şaka hakkında ama bu olay ve ertesinde olanlar onlar açısında çok şeyi değiştirmişti.

Hayri, höyüğün tepesinde iyice kendine gelip yürüyebilecek duruma gelince, hep beraber tekrar haymanın yanına geldiler, bir müddet daha oturdular sessiz şekilde birlikte orada. Hiç kimse bir şey söylemiyor, ortalıkta matem havasını andırır endişeli bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bir müddet sonra üç arkadaş köyün yolunu tuttu ve köye ulaşınca herkes kendi mekânına dağılıp bir an önce kendini yatağına attı. Sabah, imam Hayri köyün ileri gelenlerine Nizip'ten haber aldığını ve ailesinin kendisini beklediğini söyleyerek, Kurban Bayramı'na kadar kalamayacağını iletti. Bu ani gelişmeye bir anlam veremedi kimse. Yine, pek kimse tamam deyip onaylamadıysa da, o günün akşamına doğru Hayri Nizip'in yolunu tuttu bile.

Bir hafta sonra çok üzücü bir haber köydeki herkesi şaşırtmıştı. Ama özellikle üç kişiyi resmen yıkmıştı. İmam Hayri'nin bir gün uykusundan bir daha uyanamadığı ve vefat ettiği duyulmuştu. Tüm köy sıra sıra Nizip'e, imam Hayri'nin ailesinin evine yas yerine gitmişti. Hiç kimse genç yaştaki bu iyi insanın apansız bir şekilde terki dünya etmesini bir türlü anlamamıştı. Doktorlar; "Muhtemelen gece uykusunda kalbi durmuş, mukadderat" dediler. Hemen herkese de Hayri'nin kaderini kabullenmekten başka bir şey düşmemişti. Yalnız bu haberin en büyük tesiri Mercik'in üzerinde olmuştu. Bu haberden üç gün sonra bir akşamüzeri, Mercik yabandaki tüm eşyasını toplamış köye gelmişti. Köydeki az miktar eşyasını da büyükçe bir çıkına koyan Mercik, o gün hiç kimseye bir şey söylemeden çekip gitti. Mercik'in garipliklerine alışkın olanlar bile çok anlam verememişti bu işe ama bu tuhaf adamın yaptıkları da çok fazla sorgulanmazdı. Her ne kadar, mal sahipleri ile Mercik'in anlaştıkları fıstık bekleme süresi daha dolmamıştı ama zaten fıstık hasat zamanı da yaklaştığı için pek ses eden olmadı. Üstelik Mercik hak ettiği bekçilik ücretini dahi istemeden aniden gitmişti. Mercik, bir daha ne garbı fıstıkları bekledi ne de bu taraflarda gözüktü. Sırra kadem bastı resmen.

1 yorum:

Tercan Tiryaki dedi ki...

Güzel derlemişsin. Hassün Emmiyi yazarsan ben de yad ederim, emeği var üstümüzde. Ne güzel insanlarımız vardı, çocukluğumuz derya deniz güzellik, sözden renge hatırat.

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...