05 Kasım 2015

Bu Toprağın Hikâyesi

Çocukken, evimizin garbısına, çamur ve taştan
Anamın yaptığı 'hâyat'ın (bahçe) içine dikilen
ve benim de özenle suladığım o çam ağacı,
bir teki daha vardı bu çamın, ama o zamanlar
elektrik tellerinin altında diye başka yere taşındı,
sonra kurudu gitti.
Günlük meşgalelere, anlık değerlendirmelere ve dar görüşlü yaklaşımlara çok kulak kabartmamalı, uzun soluklu bakmalı insan, insana, olaylara ve bakıp görebileceği her şeye. Bu toprak her daim ferasetini, derinliğini ve ufkunu yansıtacak sesler buldu. Âşık Veysel ile "Benim Sadık Yarim Kara Toprak" oldu bu diyar, Kazancı Bedih ile "Garip Bir Kuştu Gönlüm"e dönüştü, Mahsuni Şerif ile yürekteki sancılar bile "Sarhoş" oldu çıktı, Neşet Ertaş ile ise "Ah Yalan Dünya" olup yine kaldı geride, hoş bir seda eşliğinde... Hüzün hep var oldu ama yeis hiç uğramadı buralara, her şeye rağmen, umut hep hayat buldu...

İnternet (Youtube) sağ olsun, bu dört merhum ozanın kendi sesinden bile bu türkülere ulaşmak çok kolay bugün, onlar bu toprağın gerçek sahipleri olarak yarına kalacak nadide eserler bıraktılar, bakmayın görünürde sesi çok çıkanlara, yarına kalanlar ve yarınlar bu büyük ozanlar gibi derinden derine çağladığı hâlde sesi çok çıkmayanların asıl...
İşte o 'hâyat' (avlu) burasıydı, 1990'lı yılların başı, yukarıdaki
çamın fidan hâli, arkada soldaki küçük ağacın yapraklarının
arasından zar zor seçilebiliyor...

04 Kasım 2015

Lopçuluk

1990'lı yılların sonu, 'Kasap Kanatlı'...
Hiçbir emek sarf etmeden, hazıra konan tipler için 'Kanatlı'nın kullandığı tabir buydu; "lopçu!". Sonra devam ederdi: "Yimeye (harcama) 'havas' (heves) etmeyin, yimeden bir şey çıkmaz, sen üstüne koymaya bak üstüne, hazıra dağ mı dayanır!". Emeğe verilen değer, tutumluluk, bilinçli harcama ve kaynakları etkin kullanma konusu, daha iyi nasıl anlatılabilir ki? 'Lopçu' kadar, günümüzün dâhil, her tür 'rantçı' tipini daha iyi hangi kavram izah edebilir?

Çok çalışkandı, çalışmayanı sevmezdi. Hele başkasının emeğiyle, onların sırtından geçinen insanlardan hiç hazzetmezdi. Mirasyedilik veya hazıra konmak yerine, alınteri ile kazanmak, şu hayatta en önem verdiği şeylerin başında gelirdi. Çocukluğum boyunca, onun hüner ve maharetlerine şahitlik edip durdum hep. Esasında, çekirdekten yetme iyi bir çiftçiydi (kendi ifadesiyle ziraatçı) o, tarladan da bağdan da ağaçtan da tahıldan da iyi anlardı, ama hayvancıydı da, çobandı sonra, nacar ve marangoz olurdu bazen, yapıcılığı da vardı, berberimizdi ara sıra, çok zaman kasaptı, en zayıf olduğu alan olmakla birlikte şofördü de, tamirciliği de vardı, elbette türkücüydü de, tabiî ki muhabbet adamıydı da, velhasılı kelam, her şeyden öte tam bir tertip ve düzen adamıydı.

Peki, tüm bu işlerde tam bir usta mıydı? Belki değildi, gerçi böyle bir iddiası da yoktu. O sadece, köy yerde hâlledilmesi gereken tüm bu işleri, büyük bir özgüven ve cesaretle, kimseye muhtaç olmadan kendisi yapmaya girişirdi. Becerirdi de, belki yapılan tüm bu işler dört dörtlük olmazdı, ama umduğu gibi kimseye de "ağız eğmek" (yardım istemek) zorunda kalmazdı ve kalmadı da.

Hiç unutamam, evin önündeki kırıntı, döküntü ve kümes hayvanı pisliği gibi şeyleri bile, bazen, hiç kimseye söylemeden ve yüksünmeden, gidip süpürgeyi küreği alıp büyük bir alçak gönüllülükle temizlediğine sayısız kere tanık oldum.

Ya, 'Kanatlı' işte böyle bir adamdı, dağ gibiydi...

03 Kasım 2015

"Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!"

'Taha Uşağı' ve 'Kanatlı' yine hasbihâle dalmışlar
evin önünde... (Nisan 2014)
'Kanatlı'nın günaydını böyleydi. Hele ki yazları, çocukluğumda, kaç kez arka arkaya bu 'dua' vari sözü duyarak uyandığımı çoğu zaman hatırlamazdım bile. Erken yatardı hep. Güne de çok erken başlardı. Sıklıkla gün ortasında kestirirdi biraz. Alışkanlık olmuştu tüm bunlar onda. Güneşin üzerine doğduğunu pek hatırlamıyorum. Zira bir keresinde; "Üzerine güneş doğan adamın rızkı dar olur!" demişti. Bu sebeple herkesten önce kalkar ve bazen, o erken sabah çayının suyunu kendi koyardı ocağa. Hâlâ ne anladım, ne de becerebildim. Şimdilerde, köyde, büyük oğlu da aynısını yapıyor, erkenden uyanır uyanmaz demli çaya girişiyor. Arkadaş, nasıl içebiliyorlar o saatte boş mideye o demli çayı; bu da bir alışkanlık 'zaar' (herhâlde).  

Yazları iş daha çok olduğundan ve güne daha erken başlandığından, haliyle uyanmak biraz daha güç olurdu. Fakat eğer yapılacak işler varsa, herkesten önce kalkan 'Kanatlı', başımızda bu sözleri sürekli tekrarlayarak, "Di, Yallah di!" derdi. Bizi erkenden uyandırma ritüeli gibiydi bu sözler. Esasında kendisi de uyanıp yataktan kalkarken, "Ya Fettâh, Ya Rezzâk, Ya Hayr, Ya Allah!" sözlerini tekrarlayarak güne başlardı her daim. Bazen, bizi uyandırmasa dahi, kendi kendine bu 'yakarış'ı andıran sözleri peş peşe söyleyerek işine gücüne baktığına yarı uykulu yarı uyanık şahit olmuşumdur.

İleri kalp rahatsızlığının bir belirtisi de, yere sırtüstü paralel şekilde yatıp rahat uyuyamamaktır. Çarpıntıyla, boğulacakmış gibi bir hisle kalkmaya zorluyormuş kalp insanı bu durumda. Yani, normalde herkese çok kolay gelen o boylu boyunca ve sere serpe yatmanın nasıl da bir nimet olduğunu hatırlamaktır belki bu, bilemiyorum. Son birkaç yılı böyle geçti 'Kanatlı'nın. Hatta vefatından bir gün önceki gecede, sürekli saati sorup durdu. "Niye sabah olmuyor?" dedi ara ara. "Bu zaman niye böyle yavaş ilerliyor?" da dedi birkaç kez. Belki, menzile bir an önce yetişmenin telaşıydı bu, Allah bilir. Belki de, her sabahın, bir umudun ışığı olduğu gerçeğinin gayri ihtiyari bir belirtisidir. Necip Fazıl, "Ne hasta bekler sabahı ... böyle" der bir dizesinde, o zaman daha bir yakından anlamıştım bu şiirin anlamını.

Yaşarken günlerine, üzerine güneş doğmaması düsturuyla başladığı gibi, vefatı da öyle oldu. Güneş daha üzerine doğmadan gitti bu âlemden.

01 Kasım 2015

Culluk

1990'lı yılların sonu, bir bahar günü, Köyün poyraz harman
yeri, Anam cullukları yemlerken, 'Kanatlı' da harman yerini 
 teftiş ediyor ileride...
Hindinin bizim yöredeki namı culluktur. Daha iri ve gösterişli olan erkeğine ise mazman denir. Barakların vazgeçilmez kümes hayvanlarının başında gelir culluk. Sebebi çok açıktır! Bana göre, Barakların en özgün ve lezzetli yemekleri arasında ilk sırayı, buğday daha yeşilken bir nevi ateşte olgunlaştırılmış hâli olan firiğin culluk etiyle buluşması alır. Adına firik pilavında hindi kapama diyebileceğimiz bu yemek, özellikle havalar serinledikten sonra, Barakeli'nin en gözde ikramlarından biridir de. Culluk bir hayli yağlı bir kümes hayvanı olduğundan havalar sıcakken pek makbul değildir. Ancak odun ateşinde haşlanan culluğun suyuyla pişirilen firik pilavı ve ona eşlik edecek, yine culluk haşlama suyunun katılacağı kuru fasulye gibi bir 'cıvık' (sulu yemek), bu firik pilavlı hindi kapamayı tamamlar. Böylece, Barak'ın geleneksel et, aş (pilav) ve 'cıvık' (sulu yemek) şeklindeki meşhur yemek üçlemesi de tamamlanmış olur. Gerçi bu ayrı bir mevzu, ama Barakeli'nde düğünden cenazeye kadar neredeyse tüm kalabalık davet ve ortamlarda bu üçlünün misafirlere veya gelenlere sunulması bir çeşit ananeye dönüşmüştür. Sanki, o kelle ve döş (burada tabiî ki kuzuyu kastediyoruz) mutlaka pilav üstü olarak ikram edilmeli, yoksa 'ayıp' veya 'tuhaf' bile karşılanabilir, hafazanallah!
Culluk - Hindi Eti
Bir Barak Ovası Klasiği

Culluk ve Firik Pilavı
Barak'ın Bir Alametifarikası...
Neyse biz culluk konusuna geri dönersek bu lezzetli ve revaçta hayvanın yörede gördüğü yoğun talep yüzünden, culluk yetiştiriciliği, bilhassa herkesin kendi hane ihtiyacı için, önemli bir uğraş hâline de gelmiştir Barakeli'nde. Çoğu işte olduğu gibi, bu görev de, evin âyeline (hanım) kalır bu arada. Geçmişte gördüklerim, culluğun da, tıpkı antep fıstığı ağacı yetiştirmek gibi meşakkatli bir iş olduğu yönündedir. Bir kere, karşılaştığım en narin canlılardan biri hindi cücüğüdür (yavru). Hiç öyle diğer kümes hayvanlarına benzemez, birkaç aylık olana kadar, eğer kısmetliyseniz, hindi civcivlerinin en fazla yarısının canlı kalması büyük başarıdır. Hindi yavruları, kendi başına yetene kadar geçecek o birkaç aylık zaman zarfında, çok yakın bir ilgi ve bakıma ihtiyaç duyarlar. Ama çok aile de katlanır bu külfete, culluğun o leziz hatrına tabiî ki!

'Kanatlı' da çok mühimserdi culluk yetiştirmeyi; "Culluk eyi olur!" derdi hep.
Nisan ayında böyle yemyeşil olan buğdayların ateşle
olgunlaştırılanına 'firik', güneşin sararttıklarına
'unluk' derler Barak'ta...
Unluk Buğday
Firik

30 Ekim 2015

Kesmik

Gövher yengem, çardakta ocağa  'et vurmuş' (et haşlamak)...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)

Ocaklık hep önemliydi. Hâlâ da öyledir köy hayatında. Ocaklığı olmayan veya etkin işlemeyen bir köy evi çok eksiktir. Çünkü koca bir köy evinin ihtiyacı, hem maliyet hem de kapasitesi bakımından tüp gaz ocağıyla giderilemeyecek kadar büyük olur. Ekmek yapılmasından yemek pişirilmesine ve hatta su ısıtılmasına kadar pek çok iş için, yer biraz eşilerek, taş ve çamurla yapılan bu ateş ocaklarına gereksinim vardır. Bu ocaklar genelde ocaklık denen kerpiç yapıların içinde olurdu eskiden. Fakat özellikle havanın daha iyi olduğu zamanlar için, bu ocaklıkların yan taraflarına da muhtelif ocaklar yapılır. Genellikle buraların üzerine ve yanlarına gölgelik inşa edilir ve böylece çardak denilen açık ocaklıklar da kullanılır.

Tek göz bir yapı olan ocaklıkların, girişinde ocakların olduğu küçük kısım dışında, daha genişçe bölümü kesmik için ayrılır. Zaten ocaklık demek yakacak demek biraz. İşte kesmik bu yakacakların genel adıdır. Arpa ve buğday gibi tahıl sapları da olur, ince zeytin, üzüm ve antepfıstığı dalları da, fıstık çeltiği ve boş habbeleri de ve hatta gerek duyulursa kerme (katılaşmış hayvan gübresi) bile kesmik olabilir.

Eskiden en makbul kesmik buğday sapıydı. Arpaya göre daha kalın ve diri bir sapı vardır buğdayın. Bu nedenle ocakların tutuşturulması ve yanması için hem daha kullanışlı hem de daha dayanaklıdır. O yüzden, hasat mevsiminden sonra özellikle Haziran ayında, gelecek sonbahar, kış ve ilkbahar aylarında ocakları yakmak için, nerede iyi buğday sapı varsa, itinayla toplanır ve ocaklığa taşınırdı. Bunun için genelde, öncelikle saplar yabanda tırmık denen büyük demir çubuklu bir ekipman tarafından traktör yardımıyla bir araya toplanırdı. Bazen, yine traktör yardımıyla, tapan (ağır ve düz bir demir ekipman) denilen bir alet ile tırmıklamadan önce, biçerdöverin kesmeden yerde bıraktığı buğday sapları kırılırdı, tırmık daha çok sap toplasın diye.

Buğday saplarını taşımak için traktör teknesine (römork) kalın ve ince kavak sırıklarından şebeke (payanda) yapılırdı. 'Kanatlı' bu şebeke işinin de ustasıydı bizde. Ey Allahım, ne telaşlı ve curcunalı olurdu o şebeke yapma süreci, çoğu işimizde olduğu gibi. Bu şebekeler bazen mercimek şahrası (saplı hasadı taşıma) için de kullanılırdı tabiî.

Sap dediğiniz yükte hafif ama çok yer kaplayan bir nesnedir. Traktör teknesi normal şartlarda fazla almaz. Her ne kadar teknenin üzerine birisi, genelde çalışabilecek durumdaki en küçük aile fertleri olurdu bunlar, çıkar ve daha çok sap yüklenmesi için römorka atılan her kucağı tepelerdi ama yeterli değildi sadece bu tepeleme. İşte tekneye monte edilen ahşap şebeke, römorkun kapasitesini bir hayli artırırdı. Saplar boşaltılırken, ocaklığın kesmik saklanan yerine atıldıkça, üzerine çıkıp tepelenirdi de, böylece daha fazla buğday sapının stoklanması sağlanırdı. Buğday sapı arpaya göre daha az tozlu ve yakıcı olurdu sıcakta, bu açıdan da daha iyi bir kesmik türüydü.

Anam ile Ganime ablam, ocaklıkta 'sallama' (kahvaltılık
kalın yufka ekmek) yaparken...
(Fotoğraf: Cengiz ALAGÖZ)
Şimdilerde Barak Ovası büyük oranda antepfıstığı ağacı oldu. Eskisi gibi tahıl ne para ediyor ne de rağbet görüyor artık. Denilen, masrafını bile çıkarmıyormuş tahıl ürünleri. Dolayısıyla arpa-buğday sapına dayalı kesmik türü pek kalmadı köyde. Hemen herkes, daha çok fıstıkların ve ayrıca üzüm bağlarının budanmasıyla elde edilen odun ve ortutları (ince dal) kullanır oldu ocaklıklarında. Yine fıstık çeltikleri, kabukları ve boş taneleri de önemli birer kesmik çeşidi günümüzde.

Bu arada bizim ocaklığı her daim ayakta tutanları da anmadan olmaz sanırım. Yıllar yılı hep iki emektar oldu bizim ocaklarda, biri Anam, diğeri de Gövher yengem, ama bacılarımı da zikretmeden olmaz elbette.

28 Ekim 2015

Döşek

1970'li yılların ortası, Anam, Mahmut Ağabeyim ile birlikte,
yün döşeklerini elden geçiriyor yine... 
Eskiden hazır yatak mı vardı! Yün döşekler olurdu, gerçi hâlâ kullanılır, Anam İstanbul'a, bize de gönderdi, halis yün ve kumaştan özenle hazırladığı bir döşeği mesela, sağ olsun. Döşeksiz olmazmış, öyle diyor. Bir kenarda durur, ihtiyaç olursa kullanılırmış.

Tıpkı kerpiç evler gibi döşek de sürekli bakım isteyen bir şey. Periyodik olarak döşeğin dış yüzeyini oluşturan yumuşak ve renkli desenli kumaş ile onun altındaki sert beyaz astar sökülür. Döşeğin içindeki yünün yıkanıp, kurutulup, çırpılıp ve tekrar o sert beyaz astarın içinde itinalı bir şekilde doldurulup dikilmesi gerekir. Yoksa döşeğin içindeki yün, hem yumuşaklığını kaybedip, topaklaşıp sertleşebilir, hem de nem vesaire dışsal faktörler yüzünden kokabilir. Kısacası, yer yataklarının en önemli unsuru olan döşek sahibi olmak bir hayli zahmetli bir iştir aslında.

İşte bu eski fotoğrafta da, Anam döşeklerini yine elden geçirmiş, artık o sert beyaz astarların dikilmesi kalmış yalnızca. Bu fotoğraf da bir dolu ince detay barındırıyor yine. Hemen yanlarında pencerenin ucu ve bir kısım duvarı gözüken yapı o 'uğurlu kerpiç evimiz'. 'Eski ev'in hemen batısına anam küçük bir pin (kümes) yapmış tavukları için, belli. Zaten resimde hemen arkalarındaki mazman (erkek hindi) da adeta göz ucuyla fotoğrafı çekeni süzmüş poz verir gibi. Fotoğrafın sol tarafında, küplüğümüzün gölgesi döşeklerden birinin üstüne düşmüş neredeyse.

Arkadaki o tekten kerpiç bina, içinde yakacak kesmik ve sair malzemeler ile su ısıtıp ekmek ve yemek yapmaya yarayan ocakları barındıran Solmaz yengenin ocaklığı. Ocaklığın damında küçük bir kubbeyi andıran baca hemen dikkati çekiyor. Giriş kapısının yanlarında direklere asılı duran elek ve saratlar ise hazır kıta kullanılmayı bekliyor sanki. Muhtemelen su stoklamak için kullanılan demir bir varil de yan yatırılmış bu ocaklığın hemen yanında.

Arkada bir kısmı gözüken kerpiç yapılar ise, Agâh emmilerin ahır ve kümesleri. Fotoğrafın en arkasında 'Kürep Dağı'nın silüeti de belirmiş. Yalnız ortalıkta hiç ağaç yok, ne antepfıstığı, ne de başka bir şey o zamanlar. Barak Ovası, çorak ve hafif engebeli bir düzlük olarak yansımış fotoğrafa. Şimdi buralar hep ağaç oldu, ama..!

26 Ekim 2015

Kulüp

Seydimen'de, Mahmut Ağa'nın tek katlı eski kerpiç evinin biraz güneyine, sonradan yaptırdığı kerpiçten iki katlı 'yukarı ev'inin hemen doğusundaki o tek göz kerpiç odaya 'Kulüp' ismini, köyün o zamanki ağa biraderlerin en kıdemlisi T. Ağa koymuştu. Bu tek göz kerpiç yapının ilginç bir hikâyesi vardır.

Mahmut Ağa, 1930'lu yılların ortasında, Esma Hanım ile evlendiğinde müstakil bir evi yoktu daha. Babası H. Ağa'nın, köyün garbısındaki o iki katlı kerpiç konağında bir oda tahsis edilmişti onlara. Birkaç yıl orada kalmışlardı, hatta ilk çocukları Kadir de o tek göz odada doğmuştu. Evlenmelerinden birkaç yıl sonra, köyün poyrazına doğru bir giriş ve üç odadan müteşekkil tek katlı bir kerpiç ev yaptırmıştı Mahmut Ağa. 'Kanatlı'nın deyişiyle o 'uğurlu ev'de uzun yıllar oturdular ailecek ve tüm çocukları o evde doğup büyüdü. Mahmut Ağa, daha sonra yaptırdığı 'yukarı ev'e taşınınca, o tek katlı 'uğurlu' kerpiç ev 'Kanatlı'ya kalacak ve bu sefer onun tüm çocukları o evde büyüyecekti.

Mahmut Ağa'nın çocukları büyüyüp evlenme çağına gelince artık o tek katlı kerpiç ev yeterli gelmemişti. Ayrıca köydeki diğer üç büyük ağabeyi de iki katlı kerpiç evlerde oturuyordu. Sürekli genişleyen ailenin de etkisiyle, Mahmut Ağa da eski evinin biraz ilerisine iki katlı kerpiçten 'yukarı ev'ini yaptırdı. Bundan sonra, Hacı Mahmut'un 'horanta'sının (aile) merkezi, o bu dünyadan göçtüğü 1983 yılına kadar, bu 'yukarı ev' oldu. Artık adı 'eski ev'e dönüşen o tek katlı 'uğurlu' kerpiç eve 'Kanatlı' yerleşti. Bu evin hemen kuzeyinde, biraz daha aşağıda, briketten yapılan tek katlı iki odalı küçük evde de, 'Kanatlı' ile beraber köyde Mahmut Ağa'nın malına bakan diğer oğlu İsmet ailecek oturmaya başlamıştı. O 'eski ev'in biraz doğusunda ise Mahmut Ağa'nın odası (erkek misafir evi) yer alıyordu. Ayrıca, giderek artan yeni ambar ihtiyacı sebebiyle, bu odanın karşısına gelecek şekilde güneyinde, biraz yukarısına, yine briket ve betondan yeni bir garaj yaptırılmıştı. Bugün 'Özgür Konak', bu garajın üzerindedir mesela. Bunun dışında, tüm bu yapıların ortasında da davar için bir ahır ve samanlık vardı. İşte bu ahıra bitişik olacak şekilde, yukarı eve doğru tek göz bir kerpiç oda daha yapıldı bir süre sonra. Zira, özellikle yazları köye mevsimlik olarak gelip çalışacak veya geçici kalacak kişiler için ilave bir mekâna gereksinim duyuluyordu. Bu tek göz yapı da, çok amaçlı olacak şekilde tüm bu işler için yapılmıştı.

1990'lı yılların sonunda, Hacı Mahmut'un muhitinin kuzeydoğudan görüntüsü buydu, 
sonradan betondan yapılan o 'garaj'ın üzerine 'Özgür Konak' kırmızı tuğladan inşa edilmiş.
Fotoğrafın tam ortasındaki yıkılmaya yüz tutmuş kerpiç yapı Hacı Mahmut'un ahırı ve 
samanlığıydı. En arkadaki yüksekçe kerpiç yapı 'yukarı ev'di. 'Garaj'ın biraz ilerisinde, 
sağ tarafındaki ve 'yukarı  ev'in solunda, aradaki yıkık yer de, o 'Kulüp'ün son hâliydi işte.
Şimdi buralar çok değişti. Öndekiler de bizim yeğenler...  
Fakat bu tek göz yapı, ilk inşa edildikten bir süre sonrasına kadar, bilhassa kışları boş dururdu. Bu dönem, 'Kanatlı'nın gençlik ve orta yaşlılık zamanına denk geliyordu. Elektriğin daha köye gelmediği o sıralar, 'muhabbet geceleri' genç ve orta yaşlılar arasında en revaçta eğlence biçimiydi. Koyu sohbetlerin, ince hasbihâllerin döndüğü, nüktelere gülünen bu gecelerde, yemekler yenir, bazen içilir ve muhtelif oyunlar oynanır, ancak genelde saz çalınıp türküler söylenir ve hikâyeleştirilmiş eski 'meseleler' anlatılırdı. İşte bu tek göz yeni kerpiç yapı, kışları tam da bu tür faaliyetler için biçilmiş kaftan gibiydi. Bunu hemen fark eden 'Kanatlı', bu bina yapıldıktan sonraki kış, o odayı temizledi, birkaç kilim, minder ve yastık attı oraya. Bir de soba kurulup içerisi yeterince ısınınca, bu mekân kış geceleri tam bir muhabbet odası olmuştu.

Başlangıçta, Mişov Dayı, Hafız, Sâdın emmi gibi, Barakların eski meselelerini ve türkülerini iyi bilen ve icra eden kıdemliler ile bir araya geliyordu 'Kanatlı' bu mekânda. İlk sıralar tüm muhabbet sadece türkü söylemek ve dinlemek üzerine kuruluydu. Ancak zaman geçtikçe toplantıların hem süresi hem de içeriği genişlemişti. Tabiî bu durum, kısa sürede köydeki yetişkin erkekler arasında duyuldu. Köyün o zamanki gençleri hemen ortamı öğrendi ve akşamları bu kerpiç oda gençlerin ve meraklı orta yaşlıların uğrak yeri olmaya başladı. Böylece, türküler üzerine başlayan bu 'muhabbet geceleri' de giderek daha zenginleşmeye başladı. Herkes evinde imkânına göre yemek hazırlatıyor, burada yenip hasbihâl ediliyor, çaylar ve kahveler içiliyor, oyunlar oynanıyor ve genelde olduğu üzere türküler söyleniyordu. Mekânın namı giderek köyde daha fazla yayıldı ve ciddi biçimde geceleri ahaliyi oraya çekmeye başladı.

Elbette köyün ileri gelen büyükleri de haberdar oldu bu mekândan. Mahmut Ağa, 'Kanatlı'yı severdi, o sebeple gençlerin kendi aralarında böyle bir yer ayarlamasına ses etmedi. Zararsız şekilde eğleniyorlardı neticede. Fakat bu yeni 'cazibe merkezi' köyün büyük ağalarının odalarının cemaatini biraz azaltmıştı. Dolayısıyla bu büyük odalarda muhabbet biraz seyrelmiş, rağbet az da olsa azalmıştı bu yeni mekân yüzünden. Bir gün köyün yaşça en büyüğü T. Ağa, Mahmut Ağa'nın odasına geldi bir akşamüzeri. T. Ağa'nın buraya kadar gelmesi pek alışıldık bir durum değildi. Mahmut Ağa, gelen ağabeyine gayet saygılı bir şekilde "Buyur Edey, otur" dedi. T. Ağa, "Oturmaya oturak da yorum, önce şu 'Kulüp'ü bir görsek eyi olurdu" dedi, sakin bir ses tonuyla ve oldukça istihzalı. Böyle bir tepkiyi hiç beklemeyen Mahmut Ağa, "Vış, vış, vış, o da ne yav, bu da yeni mi çıktı ovv?" dedi meraklı bir şekilde. T. Ağa gayet sakin bir biçimde, "Ne olacak yorum, senin Kemal 'Kulüp' açmış diyler, milleti topliymış başına!" Mahmut Ağa hemen anladı meseleyi ve o her zamanki vurgulu ifadeleriyle, "Tamam ağam tamam, heç gereği yok bize 'Kulüp'ün de temaşanın da, işimiz mi yok?" dedi. "'Kanatlı'" diye çağırdı hemen oğlu Kemal'i, "Çıkar ağam çıkar, oradaki çulu çaputu, sök sobayı da, biz işimize bakak!" şeklinde ilave etti. Bu, 'Kanatlı'nın 'Kulüp'ünün sonu olmuştu. Bir daha orada ne toplanıldı, ne de eskisi gibi hasbihâl oldu. Lakin bu konuşmadan sonra, o kerpiç yapının adı hep 'Kulüp' olarak kaldı. Uzun süre o tek göz kerpiç mekân, Mahmut Ağa'nın kiler ve ambarı olarak da işlev gördü.

Benim çocukluğumda ise, 'Kulüp'ün son mukimlerinden biri merhum Hassün emmi idi. Hassün Efendi, köyün garbı fıstıklarını beklediği yazlarda, Nizip'ten hanımı Essüm ve kızı Özov ile birlikte o tek göz odaya yerleşir, o yazı orada geçirirdi. Uzun yıllar kiler ve ambar olarak kullanılan 'Kulüp', sonradan köydeki çoğu kerpiç yapı gibi, zamanın ve yağmurun gücüne dayanamadı, eskidi. Kerpiç yapılara gerekli ancak zahmetli yıllık bakımları yapılmayınca, bir süre sonra yıkılıp giderler. Bu açıdan 'Kulüp'ün kaderi de çok farklı olmadı köydeki diğer kerpiç evlerden.

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...