Hayat hep güllük gülistanlık değil elbet. Her daim iyilik ve güzellikler yaşanmıyor bu dünyada, her toprak parçasında zaman zaman tatsız anlara şahit olunmuştur. Toplumun farklı olana ve tam olarak anlaşılamayana karşı tutumu, bazen çok acımasız olabiliyor maalesef.
|
Fotoğraf: Cahit TANYOL, Baraklarda Örf ve Âdet
Araştırmaları, Sosyoloji Dergisi, 9. Sayı, 1954, sf. 101. |
Hayatın günlere değil de, daha zamana ayarlı olduğu yıllardı. Artık
ilkbaharın sonuydu. Güneşin kavurucu sıcağı, Mayıs ayının bittiğini ve Barak
Ovası'na hâkim olacak iş dolu yaz günlerinin müjdecisi gibiydi. Eskiler yazın
gelişine çok önem verir ve içlerini çocuksu bir heyecan kaplardı. Bu hallerini,
zaten çok erken kalkmalarına rağmen daha da erkenden, ortalıkta pek ışık
zerresi yokken uyanmalarından görebilirdiniz. Aslında, bu kadar erken
kalkmalarına kimsenin gıkı çıkmazdı da, köylerde işler henüz tamamıyla kol
gücüyle dönmekteydi. Bu yüzden her evde iş gücü mahiyetinde yeter sayıda
erkeğin bulunması neredeyse bir tür anane haline gelmişti. Bir adamın gerektiğinde
birden fazla evlenmesinin veya birkaç erkek çocuğu olsun diye uğraşmasının
altında da çoğu zaman bu saik yatardı.
Esasında güngörmüş bu insanların, horozlardan bile önce kalkmalarında
yılların damıtılmış tecrübelerinin ağırlığı da bir hayli fazlaydı. Zira Barak
Ovası'nda Mayıstan sonra cehennem sıcakları etkisini hafiften gösterir.
Güneydeki Suriye çöllerinin sıcağı sanki buralara kadar gelir ve hayatı günün
belli saatleri için bile olsa durdururdu. Özellikle kuvvetli sıcakların hâkim
olduğu yaz günlerinin öğle sularında insanlar kabuklarına çekilir, iş güç ancak
evlerde görülebilirdi. Gene de faâl dedikleri günlükçüleri çalıştıranlar için
gün aralıksız sürerdi. Gün ortasındaki bunaltıcı sıcağa rağmen hasat zamanının
harman işleri aksatılmadan bitirilmeye çalışılırdı. Bu nedenle çok erken
kalkmak, bir nevi zamandan tasarruf etmek ve öğle sıcağındaki kavurucu havanın
randıman düşürücü etkisini savuşturmak açısından önemliydi. Hele ki karın
tokluğu ve barınma karşılığı çalışmak olan azaplık veya ortakçılık yapıyorsanız
zaman sizin için daha mühim olur. Bu durumda, ne gündelikle ne de herhangi bir
ücret karşılığı çalışılmadığından, işiniz ve emeğiniz sizin geçiminizdir.
Yanında çalıştığınız ağanın işlerinin görülmesi hayatınızın rahat bir şekilde
idamesi için bir çeşit zarurettir. Zaten Birinci Dünya Savaşı ve akabinde
Fransız işgalinin kıtlık günleri ile sınanmış ve makineleşmenin henüz hayata
çok az katıldığı veya hiç girmediği bir dönemde, iş ve emek en büyük nimet
sayılırdı. Aslında çoğu kimse için hâlâ da öyledir.
Eskiler tüm bu bilgece tecrübeleri yakinen tatmış ve pek çoğu içinde bir
ömür harcamışlardır. Bu yüzden, çalışmaktan avuçlarında nasırdan ve onun
sertliğinden başka bir şey kalmamış olan Abov Dayı'nın, sabahın köründe ahşap
bir merdiven olan süllümün başında, damda yatan çocuklarına seslenişinde,
sözünü ettiğimiz deneyimlerin önemli payı vardır. Lakin bu kadar erken kalkışı
yalnız bir zaman kazanma telaşı ile açıklamak da doğru olmaz elbet. Gidilecek
mercimek yolması öncesi, ahırdaki hayvanların bakımları ve yemlenmelerine,
namaz kılanların ibadetlerini edaları, gün içinde her zaman geri dönülemeyebileceği
için gerekli erzak ve yiyeceğin denkleştirilip hazırlanması hep vakit alan
işler o zamanın köy hayatında. İşte tüm bunlar, hayat pratiğinin Abov Dayı'ya
öğrettiği basit ama yalın gerçeklerden derlenenlerdi.
Abov Dayı 65 yaşında eski bir azap olmasına rağmen o zamanlar Seydimen
Köyü'nde Y. Ağa'nın yanında ortakçılık yapıyordu. Hayatı hep çalışmakla geçmiş
bu yaşlı adamın dinçliği de, yıllardır işleyen bir demir gibi sabır ve kanaat
dolu bir azmin eseri hakikatte. Daha üç yaşında, Suriye'nin bir Arap köyünün
mezarlığında, Y. Ağa'nın babası H. Ağa tarafından kimsesiz olarak bulunup
himaye altına alınmasından bu yaşına kadar, Seydimen'in dışına çıkmamış ve
neredeyse bir günü boş geçmemiştir. Anadolu'da o dönem çoğu adamın gurbetle
tanışmasına, belki de tek vesile olan askerlik görevi bile Abov Dayı'ya,
zamanında nüfusa kayıtlı olmadığı için uğramamıştır. Sonradan çocuklarıyla
beraber kendi nüfus kaydı da yapılırken, askerlik için elverişli yaşı çoktan
geçmişti Abov Dayı’nın. Hiç durmaksızın akıp giden iş güç dolu zor günler
yıllardır hep peşindeydi. Gerçi o, bu durumdan rahatsız falan değildi, bilakis
kış günlerinde nispeten boş geçen saatlerden daha çok rahatsızlık duymuştur. Bu
rahatsızlık sebebiyle olacak ki, daha küçük yaşından itibaren yatsı namazı
sonrası hemen yatmayı adet edinmişti. İşin aslı o zamanlar, ne gündüzün
yorgunluğundan ne de gecenin zifiri karanlığından, kimsenin bir şey yapmaya ne
takati ve ne de niyeti olurdu hakeza.
Abov Dayı, H. Ağa'nın destek ve yardımıyla Emine Hanım ile evlenmişti. Daha
sonra, Hasan, Abit, Âvaş, Memir ve Zehra sırasıyla dünyaya gelmiş, bu
topraklarla bir de ailesel bağı oluşmuştu. Böylece geçmişi konusunda eskiden
daha çok hissettiği merak duygusu, neredeyse kaybolmuştu. Kaderin çizdiği
yepyeni yollar, insanın geçmişle olan ilgisini ve bağını giderek
zayıflatabiliyor. Geçmiş anılmadıkça yok olan hatıralardan ibaret aslında insan
için. Onları canlı tutan insanın belleği, oradaki öncelik ve önemleri de
hafızada kalıcılıklarını belirliyor. Çok sağlam bir temeli yoksa bellekte
hatıraların, günlük meşgalelerin heyulası arasında kaybolup gitmeye mahkûmdur
geçmiş.
Merhum H. Ağa'nın oğulları köyü paylaştıktan sonra Abov Dayı Y. Ağa'ya düşen
topraklar üzerinde ikamet etmeye başlamış, ortakçılık yaparken bir yandan da
onun malı ve hayvanları ile ilgilenmekteydi. Bazen Y. Ağa'nın kardeşleri, hatır
ve yardım kabilinden, Abov Dayı'ya 'şekere' için toprak tahsis ederlerdi ama
onun esas işi ve görevi Y. Ağa'nın mülkünün idaresiydi. Bir baba gibi gördüğü
H. Ağa'nın ölmesine bir hayli üzülen Abov Dayı, çocuklarının ve hanımının çok
istemelerine rağmen Nizip'e gitmek istememiş, "Bu topraklar benim yurdum,
ayrılamam" demişti. Kendisine ait olmayan bit toprak parçasına böylesi bir
bağlılık, ancak yıkılırcasına çalışmayı adet haline getirmiş böylesi sebatkâr
bir adama yakışırdı zaten. Hep yaşadığı toprağa öylesine bağlanmıştı ki, köyün
çoğu azabı, ortakçısı ve civeleği köyün hâlihazırdaki en büyüğü T. Ağa'nın
etrafına toplanmışken, o H. Ağa'nın evine yerleşen Y. Ağa'nın evine hep yakın
yaşadığından, oradan bir türlü ayrılamamıştı.
Abov Dayı ve ailesi Y. Ağa'nın toprakları üzerinde yaşıyor ve genelde onun
işlerini yapıyor olmakla birlikte, köyün kalanın işleriyle de gücü ve zamanı
yettiği ölçüde ilgilenmeyi alışkanlık haline getirmişti. Ne zaman boş kalsa ya
iş gören birinin yanına gider ya da başta T. Ağa olmak üzere, kimin görülmesi
gereken bir işi varsa oraya yönelirdi. Aslına bakılırsa o zamanki köy
hayatında, köyün en kıdemli ağasının işleri halledilmeden diğerlerinin kendi
işiyle uğraşması pek yakışık almazdı. Kendi malı mülkü olanlar ve hatta ağanın
küçük kardeşleri için bile geçerliydi bu anane. Özellikle ekim ve hasat zamanları
bu nedenle tam bir koşturmaca şeklinde geçerdi. Herkes bir an önce kendi işine
bakmak isterdi bir yandan.
Evet, bir harman zamanı daha, Mayıs ayının son günlerinden birinde Seydimen
Köyü'nün şark tarafı Abov Dayı'nın sesiyle uyanmaya başlamıştı. Köyün en erken
uyanan cins horozları bile Abov Dayı'nın gür sesinden sonra, ancak ötmeye
başladılar. Abov Dayı, oğlu Hasan'a ilk iki seslenmesinden sonra, bu sefer
sesinin tonunu biraz daha yükselterek bağırdı:
-"Ulen Hasan, daha kalkmayacak mısın? İşlerden haberin yok herhalde,
Hobap'tan adam mı gelecek Hasan?"
Esasında hiçbir yerden adam falan geleceği yoktu. Abov Dayı'nın ailesi daha
önce olduğu gibi, ortaklık olarak ekdikleri arazinin bütün hasat işlerini
yapacaktı. Bu sesleniş, bir anlamda Hasan'a yerinin ve kimliğinin
hatırlatılmasıydı.
Abov Dayı, Hasan'a sesini duyurduktan sonra bir ümit, harman yerinde daha
dövülmemiş harmanın üzerinde yattığını tahmin ettiği diğer oğlu Memir'i
uyandırmak istemişti. Ama Memir'i istenilen veya tahmin edilen bir yer ve
zamanda bulmak çok az kişiye nasip olmuştur. Temel toplumsal alışkanlığımız
olan genele fazla uymayanları deli diye yaftalamak Memir için de geçerli
olmuştu. Memir, köyün neredeyse tüm kuyularını mesken tutmuş, sürekli inip çıkmakta,
sağdan soldan temin ettiği ekmek parçalarını, yiyecek artıklarını özellikle köyün ortasındaki suyu çekilmiş bir kuyuya taşımaktaydı. Söylediğine göre yılanları besliyordu.
Bunun söylenceden daha ileri bir durum olduğu, habire elinde yılan
taşımasından, arada koynunda bile yılan görülmesinden anlaşılıyordu. Ancak bu
görüntüler, zaten üzerine atılı deli ithamının birer karinesi olarak
benimsenmiş gibiydi. Bu nedenle pek kimse Memir'e ilişmez, onun da pek kimseyle
iletişim kurduğuna rastlanmazdı. Fakat bu durumun, şu anda Abov Dayı için fazla
bir önemi yoktu. Onun her zamankinden daha fazla adama ihtiyacı vardı. Zira
yolma zamanı artık geçiyordu. Mercimeklerin bir an önce yolunması ve harman
yerine taşınıp dövülmesi gerekiyordu. Gerisi daha kolaydı. Siz kolay
denildiğine bakmayın, harman savurması ve elenmesi de az meşakkatli bir iş
değildi ama buradaki kolaylık zaman baskısının azalmasıydı. Çünkü yolmanın ve harman
taşıma işi olan şahranın gecikmesi, hasadın yakıcı ve kurutucu güneşe daha
fazla maruz kalmasına neden olurdu. Bu da hasadın yabana saçılarak ziyanına yol
açabilirdi. Emeğinden ve üç kuruşluk tohumundan başka sermayesi olmayan Abov
Dayı için hasadın her bir habbesi değerliydi. Hasat neticesinde, ürün ortaya
çıktıktan ve biderlik tohum ayrıldıktan sonra, kalan mahsul ekilen toprağın
sahibi Y. Ağa ile paylaşılacaktı. Ortakçılığın kuralı buydu. Ağa sahip olduğu
mülkünü ortaya koyar gariban bedenini, yani emeğini.
|
Memir'in mesken tuttuğu o kurumuş
kuyu, sonradan taş ve toprakla dolmuş.
Bizim evin yakınında olan bu eski
kuyunun üzerine 'Kanatlı' bir
dut ağacı dikmişti. Zira sonradan
kuyuya dolan toprak, çoğu kış küçük
çöküntüler meydana getirirdi.
Ağacın şimdiki durumu böyle.
|
Anadolu'da ağalığın türlü anlamları ve yaşanışı olsa da, Barak Ovası'nda
ağalık başlı başına bir vizyon ve karizma biçiminde görünürdü. Ağa, bilgisi,
otoritesi, uzlaştırıcı, dürüst ve iş bilen niteliklerini haiz, bir anlamda
politik yanı çok ağır basan bir figürdü. Zaten babadan oğula geçen yönü de bu
politik yanın bir tezahürü gibiydi. Tabiî bunun 1900'ün ilk on yıllarındaki
Türkiye için geçerli olduğunu da unutmamak gerekir. Bir yönüyle tarihi
kökenleri olan bir önderlik ve liderlik arayışının kırsal kesimdeki karşılığı
olan ağalık, adaletsiz bir geleneğin devamı olmakla birlikte, 20. yüzyılın ilk
yarısında Barak Ovası'nın önemli bir toplumsal gerçekliğiydi. Ağalık,
insanların birlik olma ve dışarıya karşı korunma güdülerinin ataerkil bir gücün
gölgesinde var oluşuydu da. O zamanın koşullarında, toplum halinde yaşamanın en
azından kırsal kesimde doğal bir sonucu olarak görülüyordu sanki. İnsanların
tarih boyu kendilerine bir topluluk önderi arayışına girmelerinde belki çok
daha fazla faktör söz konusu ama doğrusu bunun uslanmayan bir beşeri alışkanlık
ve istek olduğu da açık. Kısacası o vakitler, ağaların ve çocuklarının köyde
tam söz sahibi olduğu zamanlardı. Herkesin bildiği, resmi olmayan ama
geleneksel bir kural, köy hayatında ağanın varlığını her şeyin merkezine
taşıyor gibiydi.
Abov Dayı'nın tam bilincinde olduğu basit ama hayati gerçekler, işte tüm bu
tür toplumsal normlardı. O, daha çocukluğundan itibaren bu gelenek ve toplumsal
alışkanlıkların içinde yoğrulmuştu. Bu geleneklerin yanlışlığını çoğunluk gibi
belki O da biliyordu. Fakat hayatın pratik gerçekleri genelde hakkaniyete uygun
düşmüyor işte. Toplumsal olanları gibi tüm alışkanlıklar ekseriyet için bir
süre sonra hayatın en önemli kuralı haline gelebiliyor. Yanlış olduğu bilinse
bile alışkanlık biçiminde edinilen davranış kalıpları zaman içinde bağımlılık
yaparcasına bireylerin üzerine oturabiliyor. Adet haline geliyor neredeyse. Hülasa,
Abov Dayı'nın bu erkenciliğini ve aceleciliğini de tüm bu yaşam
birikimlerine bağlamak sanırım normal görülebilirdi o zaman için.
Abov Dayı, oğlu Memir'i uyandırmak için köyün poyrazındaki harman yerine
gitmişti. Yolmaya başlamalarının üzerinden ancak bir hafta geçmişti. Bir
haftada yoldukları mercimek kucaklarını yabanda bırakmak yerine hemen köye
taşımışlardı. Abov Dayı, harmanı yabanda tutmayı pek sevmezdi. Her yolma günü
ikindiye kadar, artık sararmaya yüz tutmuş mahsulü üzerindeki bodur mercimek
bitkisini kökünden çıkarıp kucak dedikleri küçük yığınlar halinde
biriktirirlerdi. Bu kucakların bir araya getirildiği yığına da ravak derlerdi.
İkindiden sonra ise, emektar atı rahvanın arkasındaki arabanın üzerine ahşap
sırık ve tahtadan yaptığı ve şebeke diye adlandırdıkları kafes benzeri derme
çatma yöntemle mercimekleri köye taşırlardı. Her ne kadar Abov Dayı'ya pek
uymasa da, şahra genelde yolma işi tamamen bittikten sonra toplu şekilde tüm
hasat için yapılırdı köyde.
Abov Dayı tahmin ettiği gibi, Memir'i bulamadı harmanın üzerinde. Hatta
yatak ve yastık kabilinden sürekli harmanın yanında tutulan ve gündüz üzeri
kalın bir örtüyle kapatılan eski şilteler ve yorgan her zamanki şekilde
duruyordu. Demek ki, dünden beri kimse dokunmamıştı bu yatak yorgana. Ya Memir
geceyi burada geçirmedi ya da bu malzemelere hiç ihtiyaç duymadan harmanın
üzerinde öylece uyudu. Bu durum Abov Dayı'yı pek şaşırtmadı, zira havalar
ısındıktan sonra Memir'in geceleri nerede geçirdiği bir muamma gibiydi. Çoğu
zaman horantayla beraber sofraya oturması bile istisnaydı bu mevsimde. Nerede
ne yer ne içer pek kimse bilmezdi. Kimseye çaktırmadan evde
bulduğu çoğunlukla arpa, bazen de buğday ekmeğini ayranla mı yerdi, bazı
zamanlar Abov Dayı'nın aklına takılırdı. Zira evde, tel dolaptaki peynir ve
sarı yağ dışında her zaman yemek olarak bir şeyler bulmak mümkün değildi.
Ki bu yiyecekler de bozulmasın diye aşırı tuzlu şekilde saklanırdı ve doğrudan
tüketilmesi zordu. O zaman geriye ya sabahtan kalma o günkü ekmek çeşidinin
kalanını ya da Emine Hanımın oğlu için özel olarak ayırdığı yiyecekleri
tüketiyor olmalıydı. Ama Memir'in yiyecek içecek konusunda hiç sesli şekilde
kimseden bir talepte bulunduğunu işitmemişti. Velhasıl, artık delikanlı çağındaki
Memir, diğer işlerinde olduğu gibi, yeme, içme, uyuma gibi
ihtiyaçlarını da herkesten farklı olarak
giderirdi.
Abov Dayı'nın Hasan ve Abit'ten sonra üçüncü oğlu olan Memir daha
bebekliğinden itibaren farklıydı zaten. Ne tepkileri ne de ilgi duyduğu şeyler
normal bir bebekten beklenecek şeyler değildi. Daha bebeklikten itibaren
Memir'in toprağa ve üzerindeki börtü böceğe yaklaşımı ve ilgisi dikkate
değerdi. Küçücük bir çocuktan yerdeki karınca ve diğer böceklere nasıl müşfik
davranması beklenebilir ki? Memir, diğer çocuklardan çok farklı şekilde bu
küçük canlıları ürkütmeden saatlerce seyredebilirdi. Bırakın onlara en küçük
zarar vermeyi, çoğu zaman yuvalarında "nasıl daha rahat ederler"
kaygısıyla karıncaların etrafını taştan çevirirdi. Adeta kale yapardı karınca
yuvalarına. Diğer çocukların kuşları avlamak için kurdukları tuzaklar,
yuvalarını bozmaları ve sapan kullanmaları ıstıraptı onun küçük yüreğine. Hele
o karınca yuvalarını bozanlar, küçük böcekleri ezenler içini burkardı Memir'in.
Onun bu masumane küçük canlılardan tek beklentisi sessiz şekilde onları
seyredebilmekti. Yani basit bir merak duygusundan öte bir şey değildi meselesi.
Tabiî bu durum, diğer çocukların dikkatinden hiç kaçmaz, daha o zamanlar
anormalliğine yorulurdu.
Memir'in toprağa ilgisi ise daha bir başkaydı. Daha yeni emeklemeye
başladığı zamanlarda bile, evin içinde kerpiç duvarların sıvasının açıldığı
yerlerde veya dışarıda toprak üstünde, fırsat bulduğu her an toprağı hemen
ağzına götürürdü. Tabiri caizse, bebeklikten itibaren çocukluğu boyunca ciddi
bir toprak yeme sorunu vardı. Şimdi dahi, özellikle pürüzsüz beyaz toprak
gördüğü zamanlar kendine zor hâkim olurdu. Hatta bazen olamazdı da. Çocukluğu boyunca
avuç avuç toprak yediğine köyde şahit olmayan kalmamıştır herhalde.
Memir'in, tüm bunların yanında, her şeye çok çabuk inanan saf bir tarafı da
vardı. Çok çekmişti bu hasletinden ama insanlara karşı o masumane iyiniyetini
hiç kaybetmiyordu. Sürekli kandırılmanın burukluğuyla, çözümü insanlardan uzak
durmakta bulmuştu kendince. Çünkü ne zaman birilerine yakınlık gösterse ya
maskara ya da alay edilecek bir durumun içinde bulabiliyordu kendini. İşin
aslına bakılacak olursa, neden böyle olduğu konusunda hiçbir fikri de yoktu.
İnsanların kinayeli ve ikircikli söz ve davranışlarına bir türlü anlam
veremiyordu. Neden böyle bir davranışa gerek duyuluyordu, bir insan sözü niye
dolandırır ki? Memir'in pek anlam verebildiği şeyler olamamıştı bunlar. En son,
sanırım insanlar kendilerini başkalarından daha akıllı göstermek veya can
sıkıntısından kurtulup bir nebze eğlenmek için böyle davranıyorlar diye
düşünmeye başlamıştı. Ama Memir insanlara karşı iyiniyetini hep muhafaza ediyor
ve her şeye çarçabuk inanmaya meyyal yapısını hiç bozmuyordu. Tek çareyi insanlarla çok fazla muhatap olmamakta bulmuştu, ki öyle de yapıyordu genelde.
Bu nedenle küçüklüğünden beri ilgi duyduğu hayvanlara daha fazla yakınlık
duymaya başlamıştı. Hatta çoğu kişinin büyük tiksinti duyduğu fare ve yılan
gibi hayvanlar bile onun için sıradan hayvanlar halini almıştı. Memir'e göre
son derece yalın ve tekdüze bir davranış kalıbı olan tüm bu hayvanlar, insanın
yanında daha anlaşılır ve normal kalıyordu. İnsanın gariplikleri ve tuhaf
davranışları yanında hiçbir hayvanın esamesi bile okunamazdı. İşin garibi
Memir'in hayvanlara gösterdiği yakın ilgi, sanki onlarda da karşılık buluyordu.
Bozkırda karşılaşılabilecek en yabani hayvan olan yılanların Memir'e karşı
sergilediği uysallık ve tepkisizlik şaşkınlık vericiydi. Memir için yılanlar
cebinde ya da üzerinde taşınabilecek kadar yakın canlılar olmuştu. Köyde hiç
kimse, bu denli bir arada yaşamasına rağmen, Memir'in herhangi bir hayvan
tarafından ne ısırıldığına ne de sokulduğuna tanık olmuştu. Hatta yılanlara
karşı bazen köylü için cankurtaran gibiydi. Köylü kadınlar ekmeklerini
evlerinin yanında, içerisini topluca kesmik dedikleri sap, çalı, çubuk ve odun
parçaları ile doldurdukları ocaklık denilen yapılarda pişirirdi. Bazen taş ve
kerpiçten yapılmış bu yapılardaki yakacakların arasında yılan görülmesi önemli
olay olurdu. Herkes Memir'i çağırırdı. Memir gayet sakin bir şekilde sap ve
çalı çırpının arasına girer, her nasılsa bir anda yılana ulaşır ve onu
elleriyle yakalayıp götürürdü. Bir keresinde, elindeki yılanın zorla yere
düşürülüp taşla ezilmesi onu fazlasıyla rahatsız etmiş ve bir müddet kimsenin
muhitine yılan yakalamaya gitmemişti de millet soluğu köyün büyük ağasının
yanında almıştı. Memir, ancak rica minnet köylünün ocaklığında, ahırında ve ambarında
gizlenen yılanları çıkarmaya devam etmişti.
Güneşin ilk ışıklarının turuncu çizgileri hafiften belirirken Hasan da
Babasının son haykırışlarıyla irkilip kalkmıştı. Babasının ilk seslenişinde
uyanmıştı aslında ama sabahın bu tatlı serinliğinde, dam üstündeki hafif
nemlenmiş yorganın altından çıkmak için acele davranmak hiç içinden gelmemişti.
Sabaha karşı havanın iyice serinlemesi gün boyu sıcaktan bunalan Barak insanının
çok hoşuna giderdi. Bilhassa sabaha karşı bu üç dört saatlik muhteşem dinginlik
ve serinlik vakti, insanın tüm tembellik ve gevşeme duygularını kabartacak
türdendi. Hasan ayağa kalkar kalkmaz hanımı Esma ve çocuklarına seslendi. Esma
Hanım Hasan'dan çok daha tez canlı birisi olduğundan çoktan yaban
hazırlıklarına girişmişti bile. Lakin çocuklar, sabah serinliğinin tatlı
uyuşukluğunda öylesine güzel uyuyorlardı ki, Hasan kıyamadı çocuklara,
kendileri yaban hazırlıklarını görene kadar da çocukları uyarmamaya karar
verdi. Zaten sabah serinliği öylesine rutubetli bir havaya dönüşüyordu ki,
adeta insanın kanınının damarlarında mayıştırıyordu. Ama Hasan'ın 11 yaşındaki
büyük oğlu Cuma dedesinin bağırışlarından olsa gerek, çoktan uyanmıştı. Onun
hareketlendiğini gören Hasan hemen:
-"Cuma, dün orakları keskinlemeyi unuttum, yabana gidene kadar sen
hallet o işi" deyiverdi.
Zaten bir işin ucundan tutma gayesiyle hareketlenen Cuma da her zamanki
uysal haliyle:
-"Tamam" dedi ama babasının bu isteğini pek anlamadı doğrusu. Orak, arpa ve buğday hasadında kullanılırdı genelde. Oysa mercimek bitkisi, arpa ve buğdaya göre daha kısa ve samanı daha değerli olduğu için elle köküyle çıkarılırdı, yani yolunurdu. Orakla biçilmezdi. Belki babası bazen mercimeğin içinde karşılaştıkları kalın otları kesmek için istiyor olabilirdi ama Cuma sabahın bu vaktinde bunun sorgulamasını yapmaya hiç niyetli değildi. Kendinden isteneni sessizce yapmaya koyuldu.
Hasan daha askere bile gitmeden evlendirilmiş, otuzuna geldiğinde dört
çocuğa karışmıştı. Hasan babası kadar dış dünyaya kapalı biri değildi. Maddi
koşulların ağırlığını ve ortakçılığın yükünü hep üzerinde hissetmiş biriydi.
Buna karşılık, kendilerine ait olmayan bu çorak topraklara hiç de babası gibi
bağlılık duymuyordu. Bir an önce işleri yoluna koyup şehre gitmeyi ve orada
emeğiyle geçinmeyi kafasına koymuştu. Artık gideceği yer Nizip, Antep veya
başka bir yer mi olur, orasını tam kestiremiyordu ama gidecekti. İhtiyaç
duyarsa yine gelirdi. Zaten bildiği topraklardı burası ve iyice özümsediği işti
bu ortakçılık uğraşı.
|
Sol tarafta ağaçların olduğu yükselti 'Ali Derviş'...
'Ali Derviş Tepesi'nden 'Karşı Dağ'a doğru
bir yol gider işte böyle... |
Hepi topu bir saatlik hazırlık evresinden sonra, maaile yaya olarak mercimek
tarlasının yolunu tutmuşlardı. Yalnız Emine Hanım ve evin küçük kızı Zehra
köyde kalmıştı. Neticede, evde halledilmesi gereken işler ve ahırda
ilgilenilmesi icap eden hayvanlar vardı. Köy yerinde ev, hiçbir zaman ıssız
bırakılacak bir mekân değildir zaten. Yarım saatlik bir yürümeden sonra, köyün batısındaki
Ali Derviş Höyüğü'nün kuzey tarafında ve 'Ağ Daşın Altı' diye tarif edilen
bölgedeki yarı kıraç yarı kepir tarlaya ulaşmışlardı.
Yol boyunca düşünceli olan Abov Dayı, tarlaya ulaştıklarında hafif bir
tebessümle arkadan gelenlere seslendi:
-"Helal olsun bizim Memir'e, valla işi yarılamış neredeyse!"
Memir, tüm aile daha tarlaya gitme hazırlıkları görürken, çoktan mercimek tarlasına
gelmiş ve yolmaya başlamıştı mercimekleri. Abov Dayı'nın fark ettiği gibi,
geceyi yastık yorgansız harmanın üzerinde geçirmiş ve daha ortalıkta pek ışık huzmesi
dahi yokken yola koyulmuştu. Geldiğinden beri yolma işinde, tam beş baş gidip
gelmişti Memir. Yani tarlayı enlemesine, bir insanın çömelmiş vaziyette
kollarının uzanabileceği genişlik kadar, on kez kat etmişti. Tarlanın yirmi beş
metre eninde olduğunu düşündüğümüzde, yani bir buçuk metre kol genişliğinde
toplam iki yüz elli metre kadar alanı tek başına o vakte kadar yolmuştu. Zaman
baskının bu kadar fazla olduğu bir anda gayet iyi bir iş performansıydı. Abov
Dayı'yı bir nebze olsun gülümseten şey, işte böyle özverili yapılan güzel
işlerdi.
Tüm aile, kuşluk güneşi iyice yükselip ortalığı ısıtana kadar, sabah
serinliğinin de katkısıyla, epey bir mercimek alanını yolmayı başarmıştı. Zaten
işin zor kısmı da asıl bu vakitten sonra başlıyordu. Kuşluk çıktıktan sonra
güneş sanki Barak Ovası’na daha bir yakınlaşırdı. Ortalık öyle bir dinginleşir,
hayvan ve çalışma sesi dışında adeta sessizlik çökerdi. Birkaç cırcır böceğinin
hiç değişmeyen melodisiyle ötüşü ortalığı bir nebze kaplardı. Tabiî bir de
yolunan mercimek bitkisinin tanelerini barındıran ve yöre insanın ‘badıc’ dediği
kurumuş kabukların birbirine değerken çıkardığı hışırtılar olurdu.
Sıcaklık öyle bunaltmıştı ki, bir ara Memir yaptığı işe kesintisiz devam
ederken herkesin duyabileceği bir sesle:
-“Şimdi iyi bir çoban iti olasın, küplüğün altındaki çamura giresin, başına
küpün suyu da şıp şıp diye damlaya…” diye iç geçirdi.
Haliyle herkeste hafif bir tebessüm hâsıl etti bu garip nida. Küplük, o
zamanlar yazları nispeten serin su içmek için kullanılan büyük kilden küplerin
evin dışında tutulduğu kerpiçten küçük gölgeliklerdi. Sürekli su doldurulup
içildiği ve eskiyen küplerin sızdırması nedeniyle, yerden desteklerle biraz
yüksekte duran küplerin altındaki boşluk genelde çamur olurdu. Özellikle yaz
günleri, o çamur börtü böceğin mekânı olurdu. Bazen de durumdan istifade etmek
isteyen köpekler, bu serin çamuru bunaltıcı sıcaktan geçici bir kaçış yeri
yapardı. Çok iyi bir hayvan dostu ve gözlemcisi olan Memir’den başka kim daha
iyi anlayabilirdi ki o hayvanların bu motivasyonunun gerekçesini?
Abov Dayı, kuşluk vakti ancak yarım saat süren ekmek molası hariç, sabahtan
beri çalışmanın ve sıcağın etkisiyle iyice terlemiş ve biraz da yorulmuştu. Bir
an arkaya doğru şöyle bir göz gezdirdi yolunmuş mercimek kucaklarına doğru.
Gözü, sabah getirdikleri ve hayvan postundan yapılma su tuluğunu arıyordu. Çocukları güneşten ısınmasın diye
yoldukları mercimek kucaklarından birinin altına koymuş olmalıydı. Sabah yemek
yedikleri mercimek kucaklarının olduğu yere doğru gittiğinde, diğer yolma
kucaklarından daha kaba duran bir mercimek kucağı yığının altında buldu su
tuluğunu. Sabahtan beri işe öylesine yoğunlaşmış Abov Dayı, tulukta çok az
su kaldığını hoşnutsuz şekilde fark etti. Bir miktar içtikten sonra, su tulumuyla
birlikte ciddi bir uyumla aynı hizayı koruyarak yolma faaliyetine devam eden
çocuklarının yanına doğru ilerledi. Yanlarınca varınca, elindeki su tuluğunu
göstererek:
-“Uşak suyu bitirmişsiniz.” dedi. Sonra Memir’e yönelerek:
-“Hadi bakalım bir koşu köye git Memir, it olmayı bile göze aldığın şu
küplükten bize soğuk su getir, anan taze ekmek versin, öğle yemeği için iyi
olur.” diye ilave etti.
Ailenin diğer fertlerinden çok önce işe başlayan Memir, bu tür bir teklifi
hiç beklemiyordu. Genelde yolma sırasında köye gidip gelmelere ve bu tür ufak
tefek işlere ağabeyinin çocukları gönderilirdi. Ancak sabahtan beri çömelir vaziyette
çalışmaktan iki büklüm olmuş ve sıcaktan bunalmış vücudu, daha zihninin durumu düşünmesine
fırsat dahi vermeden onu ayağa kaldırmıştı. Babasından aldığı su tulumundaki
kalan suyu, ağabeyinin çocuklarına içirir içirmez köyün yolunu tuttu.
Abov Dayı’nın evi Y. Ağa’nın evinin doğusunda, ona yakın bir yerdeydi. Geçen
yıl derme çatma şekilde inşa ettikleri küplükte iki evin arasında kalıyordu.
Emine Hanım, küplükteki büyük su küpünü, havalar ısındıktan sonra hemen her
sabah doldururdu. Haftada bir de küpün içinin iyece yıkanması gerekirdi. Her ne
kadar küpün üzerini örtecek ahşap bir kapak olsa da, sürekli açılan küp ve
kapak aralığından sızabilen toz toprak küpün dibinde su dışında şeylerin
birikmesine sebep olabiliyordu. Zaten küplüğün önünde kapı benzeri bir engelin
olmaması, çocuklar dâhil herkesin su küpüne rahatlıkla ulaşmasına ve gölgelik
amacıyla yapılmış kenardaki duvara asılı tas ile doğrudan küpten su içilmesine
olanak veriyordu. Evlerin kenarında olması hasebiyle, evlerle doğrudan bir
bağının da olmaması küplüklere yaz günü adeta bir sebil hüviyeti
kazandırıyordu.
Memir, yorgunluğuna ve sıcak havaya rağmen kısa sürede eve geldi. Anası, babasının isteği
üzere, daha sabah saçta pişirdiği taze yumuşak ekmekleri bir bez parçasına
yerleştirerek, bezin dört ucunu birleştirip düğüm yaptı. Çıkın denilen bu
taşıma biçimi, bilhassa yiyecek maddelerinin en favori sevk şekliydi. Çıkın yabana
gittiğinde düğüm çözülüp dört tarafa doğru açıldığında bir nevi sofra işlevi
görüyordu. Memir, köye gelirken suyu su küpü yerine evlerinin biraz uzağındaki
köylülerin kara kuyu dedikleri derin kuyudan almayı düşünmüştü. Çünkü oranın
suyu daha soğuk olurdu. Ancak gelirken kuyunun başındaki davar sürüsü dikkatini
çekmiş ve birilerinin hayvanlarını suladığı belliydi. Bu yüzden kuyu yerine
küplükten su almak daha mantıklı ve kolayına geldi. Fazla vakit kaybetmeden
oraya yöneldi. Evlerinden küplüğe giderken küplüğün poyraz gölgesinde oynayan
çocukları uzaktan fark etmemişti. Ergenliğe adım atmak üzere olan bu kalabalık
çocuk taifesiyle karşılaşmak istemezdi. Zira kendisine laf atacaklarını ve
küçük çaplı bir gerginlik çıkacağını artık iyice tecrübe etmişti.
|
'Kara Kuyu'nun şimdiki hâli... |
Ergenlik çağı yaklaşan çocuk kısmı, tüm masumiyetlerine rağmen, bazen
özellikle zayıf ve farklı olanla alay etmeyi kendileri açısından iyi bir
eğlenceye dönüştürebilir. Hele ki Memir gibi saflığı ve farklılığı bu kadar
alenileşmiş bir garip onlar için iyi bir hedeftir. Memir de, sanki onların
amacına hizmet etmek ister gibi, çocukların kendisine sataşmasına kızar ve
onları tuhaf hareketler ve sesler çıkarmak suretiyle korkutmaya çalışırdı.
Tabiî Memir, küplüğe yaklaştığında iş işten çoktan geçmiş ve muziplere
yakalanmıştı bir kere. Başta Y. Ağa’nın oğlu A. olmak üzere, tüm çocuklar hep
bir ağızdan:
-“Deli Memir, Deli Memir
Yılanın kuyruğunu kemir!”
şeklinde bağırmaya başlamışlardı. Memir, normalde fiziki bir tepkide
bulunmaz, garip hareket ve seslerle çocukları korkutmaya çalışırdı ama bu sefer
nedense gayri ihtiyari yerden aldığı taşlarla çocukları korkutup uzaklaştırmak
istemişti. Aslında küçüklüğünden beri taş atmak konusunda iyiydi. Bazen, köyde
olsun yabanda olsun kendince belirlediği hedefleri taşla vurmaya çalışırdı.
Fakat bugün, sabahtan beri çalışmanın yorgunluğundan mı, yoksa bir an önce
tarlaya yetişmenin aceleciliğinden midir neden, korkutmak için çocuklara doğru
attığı bir taş hayatını kökten değiştirecekti. Taş çocukların yakınına, onları
korkutmak için atılmıştı ama çocukların tam üzerine gitti. Üstelik taş, Y.
Ağa’nın oğlu A.’nın kafasına değmesiyle, çocuğun feveranı ortalığı inletti.
Aslında taş o kadar hızlı ve sert değmemişti. Şekilsiz bir taş olduğu için
sivri kısmı A.’nın kafasına değdiği yerde, saç derisini biraz kaldırmıştı. Fakat
A.’nın feryadı, bir anda eğlenceyi kesmiş ve herkes şaşkınlıktan dona kalmıştı.
A. bir yandan ağlarken bir yandan da kafasını ovuşturuyordu. Kafasını
ovuştururken ellerinin kana bulaşması çocuğu daha da korkutuyor, bağırması
artıyordu. Bu arada eline bulaşan az miktar kanı ağlarken yüzüne gözüne sürüyor,
gözyaşlarıyla az miktar kan tüm yüze yayılıyor ve göreni ilk anda dehşete
düşüren bir manzaraya neden oluyordu. O ara, iki katlı kerpiç evinin üst
kattaki camlarından birinden Y. Ağa’nın kafası belirdi ve uzaktan oğlunun
halini görünce hiddetle camdan uzaklaştı. Geliyordu.
|
O iki katlı kerpiç konağın son durumu... |
Y. Ağa, H. Ağa’nın çocukları arasında çabuk celallenmesi ve akabinde ağzına
geleni söylemesi ile namlanmıştı. Köyde kardeşlerinin bile çekindiği birisiydi.
Bu durumda, eski bir azap çocuğu ve ortakçının oğlu olan saf ve garip Memir’in nasıl
bir hissiyatta olabileceğini, varın siz düşünün. Annesi Emine Hanım sanki
olabilecekleri hissetmiş gibi, küplüğün başına koştu ve oğlunu eve götürmek
istiyordu. Memir’in gözü, Y. Ağa’nın evinin ikinci katındaki giriş balkonlarındaydı.
H. Ağa’nın yaptırdığı bu iki katlı kerpiç evin ikinci katına, güneyde ve kuzeyde
yapılmış iki çıkıntı şeklindeki balkondan girilebiliyordu. Bu yüksek seki
şeklindeki açık çıkıntılar, gündüz gölgelik ve akşam serinlik mekânı olarak da
kullanılıyordu. Şimdi Memir’in akıbeti oradan çıkan şahsın ruh haline bağlıydı.
Umulan oldu, Y. Ağa kızgın şekilde söylenerek elindeki ‘hızeren’ denilen ince
değneğiyle, ikinci katın güney girişindeki balkonda ayakkabısını giyerken
belirdi. Bu, Memir’e yetti. Memir, elindeki ekmek çıkınını ve su tuluğunu
fırlatarak, kalan tüm dermanıyla köyün kuzeyindeki yola doğru son sürat koşmaya
başladı. Zavallı Memir, öyle bir koşuyordu ki, sıcak ve durgun havada toprak
yolun tozu neredeyse cins bir atınki kadar yoğun kalkıyordu. Sonradan köylüler
bu durumu; “deli gücü işte” diye nitelemişti. Bu arada, ilk şaşkınlığı atlatan
A. ve arkadaşları da koşan Memir’i arkadan taş yağmuruna tutmuştu. Bu, Memir’in
daha da hızlanmasına sebep olmuştu. Emine Hanım, bir ümit Memir’in arkasında
koşmaya yeltendiyse de, yaşlı kadın beş on adım sonra tükenen dermanına karşı
koyamadı, durdu. Sadece son derece üzgün ve bitkin bir sesle:
-“Kaçma Memir, kaçma…” diyebildi.
Memir öylesine hızlı koşuyordu ki, bir müddet sonra köyün biraz kuzeyinde
yer alan yüksekçe engebenin tepesinde, ancak keskin gözleri olanlarca siyah bir
nokta olarak seçilebiliyordu. Bu Memir’in Seydimen’den son görünüşü olacaktı.
Yıllar sonra, ağabeyi Hasan, Maraş’ta Memir diye bir kimsesizin dolandığını
haber almış ve oraya gitmişti. Ancak tüm arama ve sormalarına karşın Memir’in
izine ulaşamamıştı. Memir kayıplara karıştı ve bir daha ondan hiç haber
alınamadı. Şu fani âlemin kimsesiz kayıplar zincirine yeni bir halka oldu
yalnızca.