08 Temmuz 2020

Şebellah (Kapari) Kırmak


O zarif ve güzel beyaz çiçeğine, çarpıcı kokusuna, faydalı tomurcuk ve içi kıpkırmızı yumru meyvesine rağmen şebellah (kapari) bitkisi antep fıstığı üreticisinin tam bir baş belasıdır. Belki o boyuttaki bitkiler arasında öyle sağlam köklü başka bir bodur bitki de yoktur yöremizde. Kök dediğime bakmayın tabiî, resmen kütük gibidir yetişkin bir şebellahın kökü. Kıraç toprakların bu davetsiz süsü, düştüğü yeri terk etmeyen inatçı mı inatçı ve dikenlidir. Küçücük, sapsarı ve kancayı andıran sert dikenleri yanından geçen hiçbir kumaş parçasına asılmadan duramaz mesela. Hiç öyle fazla suya yağmura ihtiyaç duymaz şebellah, neredeyse çölde dahi biter, o denli sağlam ve dayanıklıdır. İşte Haziran ve Temmuz ayları, Barak Ovası’nda bu bitkinin en gür zamanlarıdır. Özellikle bakımsız arazi ve bahçeleri öyle bir dalar ki; bu tür tarlalarda sarı kancalarına takılmadan yürüyebilmek imkânsız gibidir. Bu yüzden iyi ve özenli ziraatçiler hiç hoşlanmaz ondan, daha baharın ilk aylarından itibaren görülen her yerde hemen boynu vurulur ki fazla bela olmadan erkenden önü kesilebilsin. Ancak şebellah, bereketli Barak Ovası’nda öyle çok ve olmadık noktalarda dahi filizlenir ki şaşmamak elde değil. Bilhassa verimli ve yetişkin antep fıstığı ağaçlarının gölgesinde. Bu tür ağaçların altına traktör ve pulluk fazla yanaşamadığından şebellah kökleri genelde gönüllerince yaşar bu gölgelerde. Köklerini çıkarmak zor olduğundan üretici daha çok yeşil kısmını bir kazma veya bukçu (testere) yardımıyla kökünden kesmekle yetinir. Dolayısıyla her yıl filizlenip durur bu inatçı bitki, özellikle antep fıstığı ağaçlarının gövdesine yakın yerlerde. Elbette çiftçiler açısından güçlü köküyle hem ağacın hâzınını, yani nemini, paylaştığı hem de hasat zamanı ağaçların altında çalışanlara âdeta kâbus yaşattığı için ciddi bir hasımdır kendisi. İyi bir üretici için tez zamanda arazideki bütün şebellah kökleri bulunmalı ve bu azılı çalı temizlenmelidir. En azından yeşil kısımları kazmayla kırılıp fıstık ağaçlarından bir an önce uzaklaştırılmalıdır.

Velhasıl Babam da yaman bir şeballah kökü avcısıydı. Bazen onların sadece yeşil kısmıyla da yetinirdi ama şebellahların iyice kökünü söküp çıkarmak için kan ter içinde mücadele ettiğine sayısız kez tanık olmuşumdur. Sanki kimi zaman onlarla bir çeşit harp içindeydi. Özellikle ağaç altındaki kökleri çıkarmak için çok yoğun çaba harcardı. Haksız değildi elbette. Aslında yabani otların çoğuyla hep mücadele halindeydi. Pıtrak ve şebellah ise hiç tahammül edemediği ve hiç hazzetmediği dikenli bitkilerdendi.

Dedemin daha yeni vefat ettiği dönemde, ailede herkesin malı mülkü daha tam belli olmamışken bir yıl ‘Haraba’ diye bilinen ve civarda eski uygarlıkların izlerine ve kalıntılarına rastlanan bir mevkiide, beş altı dönümlük bir fıstıklık bize düşmüştü. Kül rengindeki bu kavruk toprak sanki şebellahların en favori yeriydi. Oradaki fıstık bahçesi genelde boydan boya şebellahlara bürünürdü. Gerçi hiç çok verimli bir bahçe olmamıştı orası ama fıstıklığın o hâli Babamı öyle bir rahatsız etmiş ki bir yaz sabahı! Başka tarladaki işini bitirip ev yolunda yanından geçerken o fıstıklığın dehşetli şebellah manzarasını fark edince, traktörü derhâl durduğu gibi bir başına kazmasıyla araziye girişmiş. Ta sabahın köründen beri çalışmaktan kaynaklı onca yorgunluğuna ve yazın o kavurucu kuşluk sıcağına karşın neredeyse bahçenin yarısını bir başına temizlemiş. Bir müddet sonra takati kesilince mecburen apar topar köye gelmişti, terden ve yorgunluktan bitap düşmüştü, vakti ve sıcağı umursamadan bu sefer Mahmut ağabeyimle beni yollamıştı oraya, tahammülü kalmamıştı artık, geride kalan son fıstık ağacı düşmanlarının da çarçabuk kökü kazınmalıydı.

21 Haziran 2020

Birecik Sancağı - Barak Ovası Eski Köy İsimleri

Ali Yılmaz'ın, 1996 yılında, Marmara Üniversitesi'nde kabul edilen "16. Yüzyılda Birecik Sancağı" isimli doktora tezinde, o dönem Birecik Sancağı'na bağlı olan Barak Ovası'ndaki yerleşim birimlerinin adları da listelenmiştir. Söz konusu doktora tezinin ilgili sayfaları aşağıdadır; yöremizdeki köy isimlerinin bazılarının 500 yıl sonra bile hiç değişmeden hâlâ aynı adla anılmaya devam etmesi de ayrıca dikkate değer, misal Seydimen, 1500'lü yıllarda da Seydimen veya Seğdimen olarak adlandırılıyormuş.
Birecik Sancağı - Barak Ovası Köyleri 1

Birecik Sancağı - Barak Ovası Köyleri 2
Birecik Sancağı - Barak Ovası Köyleri 3
Birecik Sancağı - Barak Ovası Köyleri 4


Birecik Sancağı - Barak Ovası Köyleri 5

Birecik Sancağı - Barak Ovası Köyleri 6

Birecik Sancağı - Barak Ovası Köyleri 7

Barak Aşireti

Tamamıyla Osmanlı arşiv belgelerine ve bilimsel kaynaklara dayalı bir doktora tezine göre, Baraklar hakkında bazı önemli bilgiler aşağıdaki sayfalarda yer almaktadır. Tahir Öğüt'ün, 2008 yılında, İstanbul Üniversitesi'nde kabul edilen "XVIII. ve XIX. YÜZYILDA BİRECİK SANCAĞINDA İKTİSADİ VE SOSYAL YAPI" isimli tezinde, Barakların Osmanlılarca Barak Aşireti olarak tanındığını açık şekilde görmekteyiz.
Barak Aşireti 1
Barak Aşireti 2
Barak Aşireti 3
Barak Aşiret Ağalığı
Barak Aşireti 4

Rakka (Culab) İskânına Dâhil Edilen Aşiretler
Aslında belki de bu liste, Barak'ta bütün aşiret ve oymak farklılıklarının, ayrımlarının ne kadar izafi olduğunu tek başına gösteriyor. İşte resmi belgelere göre, Rakka İskânı'na tabi tutulan aşiretlerin o zamanki adları; bugün bu aşiret isimlerinin kaçı yaşıyor veya bugünkü aşiret ve oymak isimleri o tarihte neden böyle kayda girmemiş? Kısacası, Barak adı dışındaki aşiret ve oymak isimlerinin dayanağı bir hayli zayıf ve izafi duruyor sanki; sanırım sonradan önde gelen bazı kişilerin etrafına toplanan ahali, o kişilerin adıyla anılınca herkes ayrı bir oymak olup çıkmış gibi...

Tiryakioğlu Mehmet ve Barak Aşiret Ağalığı

Barak Aşireti, Tiryakioğlu Mehmet'e Dair Önemli Bir Belge
Daha önce burada içerisinde Tiryakioğlu Mehmet'ten bahsedilen 29 Kasım 1818 tarihli belgenin olduğu arşiv listesini paylaşmış ve Osmanlı Arşivleri'nde daha detaylı çalışmalar yapılmasının öneminden bahsetmiştim. 

Neyse ki birileri zamanında detaylı bakmış bazı belgelere. Tahir Öğüt'e ait ve 2008 yılında İstanbul Üniversitesi'nde kabul edilmiş, "XVIII. ve XIX. YÜZYILDA BİRECİK SANCAĞINDA İKTİSADİ VE SOSYAL YAPI" isimli doktora tezinin 83'üncü sayfasında yer alan bir dipnotta, günümüz Türkçesine çevrilmiş, bir arşiv belgesi aşağıda yer almaktadır. Belge, günümüz Türkçesine aktarılırken Tiryakioğlu yanlış yazılmış gibi ama içerisinde çok önemli birtakım bilgiler var. Tiryakioğlu Mehmet, o dönemde Barakların ağalığına (liderliğine) seçilmiş yine Baraklılar tarafından, bunu aşağıdaki Osmanlı Arşiv Belgesi söylüyor. Her ne kadar bu Barak Aşiret Ağalığı (Liderliği) sonradan pek hayırlı sonuçlar vermemiş gibi duruyor (maalesef, özellikle 1818-1839 arasında bazı felaketler yaşanmış) ama günümüzde Mehmet isminin Tiryakiler arasında neden bu kadar yaygın olduğuna ilişkin önemli bir ipucu veriyor kanımca. 
Barak Aşireti, Tiryakioğlu Mehmet'e Dair Önemli Bir Belge

14 Haziran 2020

“Garpız, Yerli Garpız, Deşti Garpızı…”


Ben liseye giderken Babam, ortaokuldan sonra okumayıp köyde kalmaya karar veren Ağabeyim için şehirde yaşayan amcamın bir tarlasına ortaklığına antep fıstığı fidanları dikmişti. Yöremizde kuraldı; köyde kalan erkek evlada mala ve toprağa bakması için ekstra mal bağışlanırdı ya da ona fazladan arazi verilirdi, en azından bazı ailelerde böyleydi. Öte yandan antep fıstığı, öyle ha deyince yetişmez, tıpkı insan gibi on yılları bulan bir yetiştirme süreci vardır. Peki, onca yıl, kaç dönümlük o araziler sadece küçücük fidanlara bırakılır mı? Bırakılmaz tabiî, “fıstık baranı” denen fidan hatları arasındaki genişçe boşluğa bostan ekilir. En çok da karpuz elbette; nispeten daha kısa ömürlü ve seyrek ekilen bir bitki olduğu için özellikle tercih edilir. İşte kışın yağışlı geçtiği bir sene, bizimkiler de baharın sonuna doğru o ortaklık şetile (genç fidan tarlası) karpuz ekmişti.

Yazları, şehir dışında üniversite okuyan ağabeylerim de köye gelir, hep beraber köydeki ya briketten “Âcer (Yeni) Evimiz”de veya kerpiçten “Eski Evimiz”de genelde kitap okuyup teypten kaset dinleyerek vakit geçirirdik. Babam, gün ortasında bize ilişmezdi ama sabah ve öğleden sonraları mutlaka yabana yazıya gidip bir köy işi ile meşgul olmamızı isterdi. Misal o yıl, karpuz ektikleri o fidanlığı, “boz ot” denen grimsi ve tozu acayip kaşındıran biraz da sağlam köklü bir ot basmıştı. Arazi uzaktan bile bomboz (gri) bir renge bürünmüştü. Ne içindeki antep fıstığı fidanları ne de karpuz tiyekleri (bitkisi) otlardan doğru düzgün görünüyordu. İçerisinde karpuz tiyekleri olduğu için traktör ile sürülemiyordu. Bütün aileyi başına toplayan Babam, günaşırı o tarlaya bizi götürerek ve en başta işe kendisi girişerek, “Diyin bakhim, şu boz otları çekin, şu garpız tiyeklerinin dibini eyice depeleyin ki güneş geçip hemen çürütmesin, tiyeklerin tilki guyruğu kimi uzayan şu gollarını (sürgünlerini) da şeyle bir çubuktan vurup koparın daha çok dallansın alttan, yeni ışkınlarla gür olsunlar, garpız tiyeklerinin arası fazla sıksa acı onların zaif olanlarını çekip seyredin!” diye talimatlarını sıralardı. Valla maaile birkaç hafta içinde yetmiş dönümlük arazideki otları ellerimizle yolup atmış, bütün karpuz tiyeklerinin istenildiği gibi bakımlarını halletmiştik.

O zamanlar yöremizdeki karpuzlar, şimdiki gibi alacalı değil de, iri çekirdekli, yemyeşil, koyu renkli olurdu. Haliyle bu karpuzlar normalde çekirdekleri için ekilirdi. Zira bu çekirdek Gaziantep’in gözde kuruyemişlerinden biriydi. İyice olgunlaşması beklenen karpuzların Eylül gibi tamamı olgunlaşır, bitkisine tutunduğu yerdeki olgunluk göstergesi kabul edilen sarmaşık ipleri bütünüyle kururdu. Fakat o yılın bereketi sebebiyle Temmuz – Ağustos gibi öyle karpuzlar oldu ki her biri neredeyse davul gibiydi. Kaç baş horantayız, antep fıstıklarımız henüz tam olarak yetişmemiş, kuru tarıma dayalı tahıl en önemli geçim kaynağımız, okuyan çocuklar falan derken ailemizin her kuruşa ciddi ihtiyacı olduğu zamanlar. Daha önce hiç tecrübemiz olmadığı hâlde; “Acaba bu karpuzları satabilir miyiz?” düşüncesi sardı bizimkileri. Zira ürün çok gösterişli ve lezzetliydi. Neticede şansımızı denemek istedik; bir gün sabahın köründe Babam bizi uyandırdı, tarlaya gidip en iyi karpuzları toplayıp traktörün römorkuna yükledik yarı uykulu gözlerle. Sonra köyde kalan ağabeyim ile birlikte Nizip halinin yolunu tuttuk. Gittiğimizde, halin önünde başka traktörler de vardı. Çoğu, kavun ve karpuz getirmişti. Bizi halin içine kimse almıyordu; bir nevi “Yasah hemşerim!” hukuku vardı sanki… Vakit neredeyse öğle olmuş, biz hâlâ traktörün başında karpuzların topluca satılmasını bekliyorduk. Arada halin önünden geçenler karpuzlara şöyle bir bakıp elleriyle tıklatarak, “Eyiymiş bunlar yav!” diyorlardı. Tek tek satın almak isteyenler çıkıyordu ama biz o işten anlamadığımız için bir şey diyemiyor, karpuzların hepsini satmak istediğimizi dile getiriyorduk. Sonunda daha fazla dayanamayan ağabeyim, eskiden bizim köylerde at arabası ile çerçilik yapan birini buldu. Adamcağız, “Bu iş beyle olmaz, mahalle aralarına girek matordan (traktör), ben bağırim ancak eyle satılır bunglar” dedi. O kadar emek, masraf, zaman ve beklemekten sonra karpuzları tekrar köye götüremezdik. Mecbur o eski çerçinin sözüne kulak verip Nizip’in mahalle aralarına daldık traktörle, adamcağız sağ olsun, alabildiğince bağırıp “Garpız, yerli garpız, deşti garpızı, garpızz…” diyerek karpuzları ele âleme duyuruyordu. Ben, nasıl bir işe düştük diye garip bir haletiruhiyeyle etrafı gözlemleyip römorkun üzerinde geleni gideni izliyor, isteyen olursa yukarıdan karpuz uzatıyordum. Müşterilerin esas muhatabı bizim eski çerçiydi, benimkisi daha çok yardımcı bir roldü. Bir süre sonra Nizip mahalle aralarında römorktaki iyi karpuzların birçoğu cüzi bir fiyata satıldı. Eski çerçi, satılan karpuzların ederinin belli bir kısmını ücret kabîlinden aldı. Yalnız yine de yarım römork dolusu karpuz kalmıştı. Bunları da, halin çevresinde satacak uygun bir şeyler arayan at arabalı seyyar satıcılara yok pahasına vererek akşama doğru güç bela ve ta sabahın köründen beri ayakta olmanın yorgunluğu ile köyün yolunu tuttuğumuzda, onca emeğe karşılık olarak traktörün mazot ve karnımızı doyuracak iki dürümün parası kadar bir hasılat ancak elimize geçmişti. Velhasıl insan yaşamı her yönüyle çok ilginç bir deneyim ve süreç, yok, yok içinde ve insanın bu hayatta nelerle karşılaşabileceği öngörülebilir bir şey değil.

03 Mart 2020

Barak Üçlemesi ve Yazım Süreci

Dilimiz döndüğünce Barakları, Barak Ovası'nı ve Barakların hikâyelerini anlatan kitaplarımızı ve yazma sürecimizi az biraz özetlemeye çalıştık...

24 Şubat 2020

Bombozkır

En sevdiğim fotoğraflarımdan biridir bu. Kasım 2002'de askerlik dönüşü köye uğramıştım. O zaman çektim. Bizim eski ve "uğurlu" evin önü burası, yeğenlerim mahcup ama mütebessim. Birinin ayağında spor ayakkabısı, biri "çeçenov"lu (lastik ayakkabı). Kırık bir tağa (küçük pencere) camı sağda, hazır kıta el arabası altında bekliyor kenarda, onun hemen yanında ise duvar dibinde bir ziraî aletin parçası yatıyor. Antep'deki derme çatma öğrenci evimizden gelme, eski bir karyola sekide duruyor. Gezinen bir tavuk ortalıkta. Bulutlu ve kapalı bir güz havası. "Eski Ev"imizin bitişiğindeki "Âcer Ev"in (Yeni Ev) sekisinde ise köpeğimiz "Garov", bir şeylere dikkat kesilmiş, belli, muhtemelen köydeki sayısız "Pissik"ten (kedi) birine. Etrafta su satılları (kova), odun kovası, yere uzanmış yeşil su hortumu, sağa sola atılmış şeyler... "Âcer Ev"imizin upuzun bir soba borusu var. Sonra pencerelerden su sızmasın diye "Kanatlı"nın bilmem ne zaman çaktığı tenekeler, paslanmış. Damda kurumaya bırakılmış örtüler, asılı. Solda, briket "gorları" (sıra, duvar), çardaktaki ocaklara duldalık etsin diye dizilmiş işte; estikçe deli rüzgâr tütmesin dumanı kesmiğin (yakacak)... Bozkır işte, bombozkır buralar... Ama bizi biz eden mekânlar...
Barak Ovası - Balaban - Karkamış - Gaziantep

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...