20 Ocak 2016

Kitap ve Sonrası...

Bu kitap benim açımdan bir gönül borcu idi, ama bir şeyleri de göstermek istedim. Eğer kayıt altına alınmazsa, tüm geçmiş insanlarla beraber toprağın altına gidiyor. Bunu ancak yazarak aşmak mümkün. Niyetim genç kardeşlerime bunun nasıl yapılabileceğine somut bir örnek vermekti de. 40 yaşına geldim. Tam 30 yıldır okuyor ve yazıyorum, bazı şeyler 'ha' deyince olmuyor işte. Emek, çaba ve zaman istiyor. İnce ince ve ağır ağır sabredip işleminiz gerekiyor. O nedenle gençler diyorum ve doğrudan onlara sesleniyorum. Tüm Barak'ın ve Seydimen'in hikâyesini yazmak hepimize, ilgililerine, düşer, ne her şeyi tüm yönleriyle anlatabilirim tek başıma ne de o kadar malzeme var bende. Bunu ancak elbirliğiyle herkes ucundan tutarak yapabiliriz. Sürekli okuyacaksınız, elinize ne geçerse. Mümkünse ve olabildiği ölçüde görsel (resim ve video) malzeme toplayacaksınız, bilhassa orijinal olanları. Sonra bu malzemeyi anılarla ve hikâyelerle işleyeceksiniz. Benim yaptıklarım bunlar oldu.

17 yıldır bu ülkenin çok önemli kurumlarında çok önemli şeylere tanık oldum. 40 yıldır bu toplumun bulunmadığım katmanı ve aşaması kalmadı kanımca. İnsanların nelerden hangi sonuçları çıkarabileceğini de iyi bildiğimi sanıyorum. Bu ülkede işlerin nasıl döndüğünü az çok öğrendim, farkındayım. Demem o ki gizli bir gündemim yoktur. Hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir beşerden ve bulunduğum hiçbir makamdan bir şey ummadım. Sadece Seydimen'den 'Kanatlı'nın oğlu olarak başardım her ne yaptımsa bundan sonra da niyetim o, ne bir kişiden ne de bir makamdan beklentim var.

Yanlış anlamayınız, yapılan işin bir gönül işi olduğuna hiçbir şekilde halel gelmemesi hassasiyetiyle yazıyorum bunları. Ve genç kardeşlerime, çaba ve sabır gösterince (işte 40 yıl alıyor bazen bu) her şeyin mümkün olduğunu göstermek istiyorum. Yeter ki niyetiniz salim olsun ve gerekli çabayı içten bir şekilde sergileyin. Makamların ve kişilerin adamı olmayın, kendiniz olun, makamlar size uydursun kendini. İlk işe girdiğimde bir üstadım güzel bir söz söylemişti: "Geldiğiniz makam sizi biçimlendirmesin, siz onu biçimlendirin. Zira bir gün makamınız giderse, siz de bitersiniz, bitirmeyin kendinizi, siz bulunduğunuz makamınıza bir şey katın!" Bu makamı büyük bir şey, ne demekse artık, olarak düşünmeyin. Yaptığınız her şey ve her görev için geçerlidir bu. İki yıl ABD'de yaşadım bir ara. En tuhafıma giden şey, her kim ne iş yapıyorsa büyük bir şevk ve azimle yapıyordu, tıpkı 'Kanatlı' gibi. Apartmanın bir kapıcısı vardı misal, bir hispanik, o kadar memnundu ki kendinden, yaptığı işten öyle keyif alıyordu ki sanırsınız aparman onundu. İşte işin özü buydu aslında. Her ne iş yapıyorsanız iyi yapın, el ucuyla değil, gönülsüz değil, yapmayın öyleyse içten ve samimi olun. Sonrası kısmet artık. Hepinizin kısmeti açık olsun güzel kardeşlerim.

14 Ocak 2016

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdendir. Misal, Seydimen ve 'Kanatlı' o hep yanımda taşıdıklarımdan oldu benim için, zor ama güzel zamanlardı o geçmiş günler, insan yaşadıkça daha bir net anlıyor bunu. O kadim, kıraç ama verimli toprağın hikâyesinin ve o güzel insanların ve anılarının unutulup gitmesine gönlüm razı olmadı. O geçmiş günlerdeki hoş ve dolu dolu zamanları kısmen birer anı formatında, kısmen de hikâye tadında kaleme almak istedim ve neticede bu kitap ortaya çıktı. Umarım bu kitap amacına ulaşır."

Seydimen isimli kitabın tüm içeriği, tıpkı kitapta yer aldığı gibi, bu blogda aynı başlıklar altında bulunmaktadır. Nitekim kitaptaki üç öykünün linkleri buradadır: Memir, Hafız ve Mercik...

Seydimen kitabının tamamının linki...

tirekili
Barak'ta kimisi Tiryaki'ye "tirekili" der, yine Babam 
'Kanatlı'"Biz tirekiliyik..." derdi. Uzun zamandır mahlas 
olarak bu adı kullanıyoruz.

29 Kasım 2015

Hâtın

Seydimen'in efsane şahsiyetleri say denilse, bana göre Hâtın kesinlikle bunların arasında yer alır. Hem de ne efsane; kat kat olan o klasikleşmiş giyim tarzı mı, hep yaşamak zorunda kaldığı o izbe ve bakımsız mekânlar mı, pek kimsenin farkında olmadığı o muhakeme yeteneği mi? Nereden biliyorum; çocukluğumda, onun iştirak ettiği çok hasbıhâle tanıklık ettim de ondan. Ne gün yüzü görmemiş corlar (sözler) duydum ondan; "yalancı yüzü kara, küller başına 'fıhâra' (zavallı), ömerovun küllüğü başına" gibi daha nice ince hanekler, belleğimde kalabildiği kadarıyla...

Hâtın, 1983.
Anam ile arası çok iyiydi. Anam onun sırdaşı ve danışmanı gibiydi. Hatta bir keresinde bizim aile ile birlikte "içme"ye (şifalı suya) gittiği bile olmuştu. Normalde, birkaç güne kalmaz, "yukarı ev'"in arkasından bizim eve doğru, köyün adamları gibi elleri arkasına bağlı salına salına geldiğine şahit olurduk. Yaşı daha da ilerlediğinde, kendine dayak yaptığı kocaman bir sopayla yürürdü. Hep öne doğru eğik vaziyette, sallanarak yürürdü. Sanki hayatın tüm o ağır yüklerinden omuzları çöküp kamburunu çıkarmıştı âdeta. Sonraları iyice yaşlanıp yürürken zorlanmaya başlamasıyla birlikte, Köyün üst başında, "Mahâmmet Ağa"nın eski iki katlı kerpiç konağının altında bir köşede tek göz bir odada Sâdın Emmi ile yaşadığı yerden, bize gelirken yolda birkaç noktada mola verdiğini hep anlatırdı, nefes nefese bize vardığında. Fakat hiç kesmedi Anama bu ziyaretlerini. Velev ki civarda önemli bir hadise olsun, hemen yolda belirir, gelir Anamdan bilgi alır veya kendisi bir şeyler biliyorsa söyler ve konuyu analiz ederdi. Köyde hemen hiçbir şeyden geri kalmazdı, her şeyin içinde, o yaşına rağmen bulunurdu veya bulunmak isterdi. Zihni açık biriydi bence, ortamı ve gelişmeleri tartar ve ona göre tavır alırdı. Yaşadığı o ağır zorluklar ve güç koşullar bir tarafa, akıllı bir kadındı Hâtın. Köyde birbiriyle konuşmayanlar arasında birtakım zaruri haberleri getirir götürür, insanların arasını yapardı, bir nevi köyün gayri resmi ve gönüllü ulağı gibiydi.

Bir de, hayatımda ağaranı, özellikle süt ve yoğurdu, Hâtın kadar sevip onlarsız yapamayan az insan tanımışımdır. Zaten çoğu kişiye göre, uzun yaşının sırrı da bu süt ürünleriydi. Her ne kadar hemen herkesten; "Ben bildim bileli Hâtın böyle!" lafını işitmişsem de, esasında tam yaşı konusunda pek kimsenin bilgisi olmayan Hâtın'ın bize komşuluğu eskiye dayanırdı. Eskiden, bizim evin garbısında yine tek göz kerpiç bir yapıda kalırlardı. Çok küçükken bu evlerine ara ara gittiğimi hatırlıyorum, hatta o zamanlar bana "Bu benim oğlum!" derdi rahmetli, niyeyse ben de bu ilgiye meftun olacağım ki, arada bir giderdim evlerine, sofralarına otururdum.

Sanırım, hayatında, ona en büyük etki eden olaylardan biri, oğlu Kadir'i küçük yaşta kaybetmesiydi. Kadir, daha çocuk sayılacak yaşta, komşu Çiftlik Köyü'ne, galiba unluk buğdayları öğütmek için eşek ile değirmene gönderilmiş. Ancak köye dönüşü havanın kararmasına denk gelmiş. Zavallı çocuk, köye yaklaştığı sırada, karanlıkta, yakınından kalkan bir tilkinin çıkardığı sesten, artık ne zannettiyse çok korkmuş, yatağa düşmüş ve bir daha da toparlayamamış. Bir gün Hâtın, hasta yatan oğluna güzel bir yemek hazırlamış, fakat Kadir yememiş bu yemeği, yalnızca su istemiş anasından, Hâtın da, illa bu yemeği yesin ki iyi olsun diye oğluna; "Yemeğini yi ondan sonra su içersin!" diye diretince sanırım çocuk vazgeçmiş sonra, Kadir o gecenin sabahına vefat etmiş maalesef. Kaç kez ben de tanık oldum, Hâtın, ne zaman ağlayan bir bebek veya çocuk görse: "Acı su verin şu uşağa, su verin, su verin…" derdi, belli ki oğlunun o şekilde ölümü derinden yaralamıştı merhumeyi…

Gelelim bu fotoğrafın hikâyesine, 1983 yılı olmalı, biz ilkokula başladık o sene, okula fotoğrafçı geldi, tüm öğrenciler, Şenel öğretmen ile birlikte fotoğraf çektirdik. Daha sonra, öğretmen bizleri evlerimize yolladı ve köyün kadın ve kızlarını hep beraber fotoğraf çektirmek üzere okula çağırdı. Biz de evlere koşup büyüklerimize söylemiştik. Bizimkiler o gün ekmek yaptığından, Ganime ablam hariç, fotoğraf çektirmeye gidememişlerdi. Lakin Hâtın, bu çağrıyı nasılsa haber almış ve okula gelmiş. Sonradan Anamın anlattığına göre (Hâtın anlatmış kendisine), Hâtın'ın da fotoğraf çektirmeye gelmesi biraz şaşkınlık hasıl etmiş diğer bazı gelenler üzerinde. Bunu fark eden Hâtın; "Biyy anam, niye, benim neyim eksikmiş ovv!" diyerek kadraja en sağından girmiş tüm azametiyle, zira pek az böyle dik dururdu. İşin özü, ne de iyi etmiş rahmetli.

28 Kasım 2015

El Değirmeni

1992 yazı, evin önü, bir akşamüzeri, ailecek mercimek
çekiyoruz, 'Beriş' 'Paşa'nın omuzunda, Dedemin 
iğde ağacı hâlâ yerinde o zamanlar, altında emektar turuncu
Anadol arkada, o eski kırmızı teknenin (römork) yanında...
'El Dermeni', böyle derler bizim orada, iki büyükçe yontulmuş siyah taştan yapılma el değirmenine. Mercimek çekildiğini bizzat gördüm bu değirmenlerle, ama daha eskiden başka tahılları ufalamak için de kullanılırmış bu tarihi sayılabilecek alet. Belki de insanlığın ilk geliştirdiği gereçlerden biridir el değirmeni. İnsanlığın bu kadar uzun süre, ilk günkü biçimiyle kullandığı pek az alet olmalı. Tahıl öğütmek, her zaman en önemli faaliyetlerinden ve gıda ihtiyaçlarından biri olmuş insanoğlunun. Neticede öğütülmüş tahıl, her şekilde daha kullanışlı bütün olanına göre.

Kırmızı mercimek, bir zamanlar Barakeli'nde yetişen en önemli tahıllardan biriydi. Hem kıymeti hem de daha çok para etmesi bakımından çiftçinin bel kemiği gibiydi, antepfıstığından sonra. En azından bizimkiler için öyleydi. Bakımı ve hasadı arpa ve buğdaya göre daha meşakkatliydi, ama hem verimi hem de fiyatı da ona göreydi, gayet iyiydi. Sadece ticari olarak değil, hane tüketimi için de önemliydi. Tabiî, öncelikle iyi ve kaliteli bir mercimek olmalıydı hane için kullanılacak olan mercimek. Bu, her zaman kendi yetiştirdiğiniz ürün olmayabilirdi, tohum, hava, tarla ve sair koşullar sebebiyle herkesin mercimeği aynı kalitede olmazdı. Gerekirse başkası ile değiş-tokuş yapılabilirdi veya satın alınabilirdi hane için ayrılacak mercimek. Sonrasında güzelce yıkanır ve kurutulurdu bu mercimekler. Akabinde içindeki taş ve ot tohumu gibi yabancı maddeler ayıklanırdı (şeçilirdi). Bir sonraki aşama, yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü üzere, el değirmeni ile bu mercimeklerin dövülmesiydi (çekilmesiydi). Birisi değirmenin üst taşına monte edilmiş bir tahta sap yardımıyla bu üst kısmı çevirirken, bir diğer kişi de, üstteki taşın, alttaki taşın üzerinden kayıp düşmemesi için, ortasından alttaki taşa takılı olan koruyucu kısa bir ahşap sopanın da bulunduğu delikten, ara ara ezilecek mercimekleri bırakırdı iki taşın arasına. Elbette bu iki işi aynı anda tek kişi de yapabilir, biraz daha yorucu olmakla birlikte. Böylece mercimek çekilirdi. Nihai aşama, çekilen mercimeklerin savrulmasıdır. Zira kırmızı mercimeğin dışında grimsi, morumsu ve kahverengimsi, kendine has bir kabuk bulunur. Savrulan dövülmüş mercimeklerin zaten öğütülmüş kabukları, rüzgârın da yardımıyla, iyice ayıklanmış ve kullanıma hazır hâle gelmiş olur.

24 Kasım 2015

Müslüm Hoca

1970'li yılların sonu, Müslüm Hoca ve talebeleri, bizim
aileden tam dört kişi var burada; Güher ve Ganime
ablalarım, Tercan ve Mahmut ağabeylerim...
Ben yetişemedim ona, ama "Seydimen'in bir kuşağının neredeyse tamamına, Balaban Köyü İlkokulu'nda, öğretmenlik yaptı" denilse, yeridir hani. Sadece öğrencilerine mi? Köyde kaç yetişkini defter ve kalem ile tanıştırdı, Allah bilir. Yalnızca eğitim mi? Ahali için bir öğretmenin çok ötesine geçmişti, eli türlü işe yatkın Müslüm Hoca. Bizim o eski kerpiç evin önündeki beton sekiyi Müslüm Hoca'nın o güç koşullarda yaptığı, hâlâ bir minnet duygusu ile anlatılır mesela. Anadolu'nun kara bahtını bir nebze ışıldatan tüm öğretmenler, o güç şartlarda giriştikleri bu yüce görev nedeniyle ne kadar hürmetle yâd edilse azdır sanırım. Onlar her zaman herkes üzerinde başarılı olamamış olabilirler, imkânları ve donanımları eksik kalmış olabilir, ama umudun canlı birer delili ve parıltısı olarak, çorak toprakların en azından bazı çocuklarına tam bir fener oldular. Bugün dahi Müslüm Hoca gibi özverili öğretmenler, çıkışın, ancak dünyada herkes ile her alanda rekabet edebilecek genç nesillere, sağlam bir eğitim ile mümkün olduğunun açık birer kanıtı gibidir.

Başka çare yok; öğrenip öğretip üreteceğiz, mümkünse yeni şeyler.

Belki ileride mevzu ve mesele daha net anlaşılacak ama köy okullarının kapatılması bu ülke ve toplum için hiç iyi olmamıştır. Zira köy öğretmenleri, sadece öğretmenlik yapmaları bile ziyadesiyle kafi olmakla birlikte, yalnızca birer öğretmen değildi işte orada yaşayanlar için... 

16 Kasım 2015

"Tiryaki oğlu Tiryaki"

Barak Kitapları
"Neyin tiryakisisiniz?", bu soruya muhatap olmayanımız yoktur sanırım. Rivayet odur ki, işin aslı kahveye dayanıyormuş. Büyük büyük dedemiz bir gün bir davete katılmış. Yemekler yenilmiş, hasbihâller edilmiş, bir ara, hane sahibi acı kahve ikram etmiş misafirlerine. Yalnız bu kahve, daha önceden kavrulup pişirilirken, köy yer tabiî, kahve çekirdeklerinin arasına bir veya birkaç arpa tanesi karışmış.

Davetin dağılma vakti gelince, herkes ayağa kalmış, lakin bizim büyük büyük dede ayağa kalkarken hafif bir sendelemiş şöyle. Bunu görenler: "Hâyırdır, ne oldu ağa?" diye hemen atılmışlar. Ceddimiz lafı çakmış: "Yemsedik!" (Kahvenin içindeki arpa tadını aldığını, arpanın bir hayvan yemi olduğunu ve bunun kendilerine ikram edildiğini ima ediyor). Hane sahibi, kahveye arpa tanesi karıştığını biliyor olacak ki; "Abovvv, 'Tiryaki oğlu Tiryaki'mişsin eâğam, fark ettin arpa tanesini yomm! (veya yurum (yorum), Barak'ta sözün başında veya sonunda söylenebilen bir hitap kelimesi)" demiş. O günden sonra, bizim büyük büyük dedenin adı olmuş mu Tiryaki Ağa.
Dedem Hacı Mahmut'un babası 'Hüfney' (Hanifi) Ağa'nın
kerpiç konağının son durumu...

Gerçek olma ihtimali daha yüksek kabul edilen başka bir rivayete göre ise, bu bir davetten ziyade bizim büyük büyük dedeyi tongaya düşürme teşebbüsü imiş. Kahveden çok iyi anladığı, her kahveyi beğenmediği yönünde bir kanaat varmış etrafta onun hakkında. Dolayısıyla, onu test etmek için arpa bilinçli olarak katılmış kahveye. Yine bizim büyük büyük dede sendeleyerek ayağa kalktığında; "arpaladık!" demiş meseleyi anladığını beyan kabilinden...

Barak'ın sözlü kültüründe önemli yer tutan göç ve iskân hikâyelerinde de, Tiryaki isimli bir oğuldan bahsedilmektedir. Barakların sürekli Osmanlı Devleti ile sorun yaşaması ve Anadolu'da oradan oraya sürgün edilmesi üzerine, o dönem boyun ileri gelenlerinden Feriz Bey, ya Osmanlı Devleti ile uzlaşılması ya da tekrar Horasan'a dönülmesini ister. Bunun için tüm boyun (aşiretin) ileri gelenleri bir araya toplanır. İşte o toplantıda, Tiryakioğlu'nun hem Türkistan'a geri dönülmesine hem de vergi salınmasına karşı çıktığı şu dizelerle anlatılır;

"...

Tiryakioğlum der ki
Dünyaya geldim bir daha gelmem
Yaradan'dan başka kimseyi bilmem
Ölürüm de bir çoban gene vermem
Al kanı çöllere saçalım
..."

Nohu'dan (Ayyıldız) Adil Emmi de güzel söylemiş bu Tiryakioğlu türküsünü:

"Odasında ağır kahve kaynıyor
Avlusunda Arap atı oynuyor
Ânneze'den Vali'nin Bey'ini adam saymıyor
Yummalar bağrışır derler ki
Gelsin çöllerin aslanı Koç Tiryakioğlu Kelağa

Çöllerde gene toğsuz aslan gibi yatardı
Cıdanın başında da alır satardı
Ânneze'den Tali'ye Vallah yeterdi
Yummalar bağrışır derler ki
Gelsin çöllerin aslanı Koç Tiryakioğlu Kelağa

Anamdan doğdum bir daha doğmam
Yaradan'dan başka kimseyi bilmem
Bir çoban deseler gene vermem
Çöllere al kızıl kanı saçalım dedi
Koç Tiryakioğlu Kelağa"

14 Kasım 2015

'Âmmel Gok!'

1990'lı yılların sonu, Tercan Ağabeyim öndeki, merhum
'Möhümmet' Emmi'nin (Mehmet Turak) yaptırdığı,
sonra Gaziantep'e göçünce (taşınınca) Mehmet 
Öyke'ye (Taha Uşağı) devrettiği, arkadaki toprak
sıvalı evin damından üç adet çörten sarkıyor misal.
"Çocukluğumuzun en eğlenceli hem oyunu hem de etkinliğiydi" desem, abartı olmaz sanırım. Bir de olaya 'yağmur duası' havası katılırdı ki, pek öyle değildi bence. O günün koşullarında, çocuklar için, olayın içine doğrudan dâhil oldukları eğlenceli bir şamataydı aslında 'Âmmel Gok'.

Köyün ilkokula giden akranları, özellikle sonbahar ve kış geceleri, yağmur yağmamasını da bahane ederek, geleneksel ve eğlenceli bir etkinlik yapardı. Önce birisi evinden 'küfte' (çiğköftenin etsiz ve tereyağı ile yapılanı) leğeni getirirdi. Sonra köydeki çocuklar çağrılır ve topluca köydeki evler kapı kapı dolaşılırdı. Köyün içinde topluca dolaşırken hep bir ağızdan; "Âmmel gok gok, Vermeyenin çörteni yok yok, Çömçeli (büyük tahta kepçe) gelin yağ ister, Allah'tan rahmet (yağmur) ister ..." şeklindeki mani bağırarak söylenirdi. 'Âmmel Gok'un ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikrim yok. Çörten, kerpiç evlerin damında yer alan, çıkıntı şeklinde ve genelde tenekeden yapılan yağmur suyu yoludur. Yüksek sesle köyü çınlatan bu mani, yağmur yağması için bu etkinliğin yapıldığını ve gelenlere bir şey verilmesinin talep edildiğini bildirirdi. Bunlar da, çoğunlukla, 'simit' dediğimiz köftelik ince bulgur, salça, tereyağı ve sair malzemeler olurdu. Her gittiğimiz evden, en az bunlardan biri istenirdi, üst limit yoktu gerçi, verilen yenebilir her şeye açıktık aslında. Bazen cömert davranıp daha farklı şeyler verenler de olurdu. Bazısı da arada karanlıkta karıştırır, pilavlık kalın bulgur verirdi ki, müstakbel 'küfte'mizi mahvederdi bu. Kimi hane sahipleri ise muziplik yapar, kapıya gelenlerin üzerine su atardı bazen, bu da işin eğlenceli kısmıydı. Kimse kapıyı açmaz veya bir şey vermezse, uşak (çocuklar) taşlarla evin çörtenlerine girişirdi. Malzemeler toplandıktan sonra, ya bu gıda maddeleri köyün bir fakirinin evine hediye olarak verilir ya da 'küfte'yi yoğuracak birisi aranırdı. 'Küfte' yoğurma konusunda mahir birine yoğrultulan 'küfte', topak topak ('küfte'nin avuç içi sıkımlarına denir) hep beraber yenilirdi. Şimdi dönüp geçmişe baktığımda, pek 'yağmur duası' anlamı yok dedim, ama 'Âmmel Gok' oynadığımız gecenin sabahına gözümüz de gökyüzünde olurdu; "acaba yağmur yağar mı?" diye, işin ilginci bazen yağardı ya.

Konuya ilişkin olarak Gaziantep Üniversitesi'nde 2010 yılında kabul edilmiş ve Levent Başarkanoğlu'na ait Nizip Efsaneleri isimli Yüksek Lisans Tezi'nde ilginç bir anekdot yer almaktadır, ilgili sayfalara aşağıda yer verilmiştir.
Çömçeli Gelin - "Âmmel Gok"

Öne Çıkan Yayın

Barakeli'nde Bir Köy, Seydimen, Hatıralar ve Hikâyeler

"Memleket ve çocukluk, insan hangi yaşa gelirse gelsin ve ne kadar çok mekân değiştirirse değiştirsin, hep yanında taşıdığı şeylerdend...